27 Mayıs 2014 Salı

Neden dua etmiyoruz?


Neden dua etmiyoruz?






Geçenlerde bir dizi filmde rastladık. Filmdeki oyuncu telefonda köydeki akrabasına soruyordu; ekinlerin durumu nasıl, yağmur yağdı mı? diye sordu.

 

Teyze, köye yağdı ama yağmur yağarken kocasının bahçeye çıkıp şöyle dediğini söyledi: “Hadi yağ, ama git biraz da bizim tarlaya yağ, hadi yağ”. Bunu izleyince güldük...

 

Bir de eski bir filmde gördüğümüz şu replik hatırımıza geldi: Kasabada kahvede otururken şiddetli yağmur başladığını gören çiftçi diyor ki: “Bizim köye de yağsan nolur”

 

Malesef dinimizi yanlış tanıyoruz. İnsanın bu dünyada Allah’ın halifesi olduğunu ve Allah’ın, herşeyi insanın emrine verdiğini bilmiyoruz ve Kuran meali de okumuyoruz...




Peygamberimiz SAV diyor ki:

“Eğer siz Allah'tan hakkıyla korksaydınız, kendisiyle birlikte cehaletin yeri olmayan ilmi elbette ki tahsil ederdiniz.  Şayet, siz Allah'ı layıkıyla bilmiş olsaydınız, anlasaydınız, dualarınızla dağlar yerinden oynardı.” (Suyuti, Cami’u’s-Sağir 5:319, Hadis No:7448)


Evet DUA etmek o kadar önemlidir ki, Cenab-ı Hak Kuran’da şöyle buyuruyor:


“De ki: "Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki? ... ” (Furkan suresi, 77. ayet)


Dua ederken herşeyi Rabbimizden istemeliyiz. Gücü herşeye yeten, sonsuz zengin ve cömert Allah’a zor hiçbir şey yoktur. Efendimiz SAV: “Ayakkabınızın bağı bile kopsa, Allah’tan isteyiniz” buyuruyor.


Köylülerimiz gökyüzüne bakıp bakıp, kuru kuru, hadi yağ diyeceklerine, keşke namaz kılıp gözyaşlarıyla samimi dua ile yağmur isteseler... Çünkü Allah şöyle diyor:


Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir. (Bakara suresi, 153. ayet) Bakın zamanında ne olmuş:


“Bir yaz günü bahçıvanı Enes -radıyallâhu anh-’e gelerek yağmur yağmadığından ve bahçenin kuruduğundan yakındı. Hz. Enes su getirterek abdest alıp namaza durdu. Selâm verdikten sonra bahçıvanına:


- Gökyüzünde bir şey görebiliyor musun? diye sordu. Bahçıvan:


- Göremiyorum, dedi. Enes -radıyallâhu anh- tekrar içeri girip namaz kıldı. Üçüncü yahut dördüncü kez bahçıvanına:


- Gökyüzünde bir şey görebiliyor musun? diye sorunca adam:


- Kuş kanadı gibi bir bulut görüyorum, dedi. Bunun üzerine Enes -radıyallâhu anh- namazını ve duâsını sürdürdü. Az sonra adam yanına girdi ve:


- Gök bulutla kaplandı ve yağmur yağdı, dedi. Hz. Enes:




-Haydi Bişr bin Şegaf’ın gönderdiği ata bin de yağmurun nerelere kadar yağdığını araştır, dedi.


Bahçivan ata binip etrâfı dolaştığında yağmurun Müseyyerîn köşkleriyle Gadbân sarayından öteye geçmediğini gördü ki Enes -radıyallâhu anh-’ın bahçesi de bu sınırlar dâhilindeydi.”

( İbn-i Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, VII, 21-22)


***


Hatırlıyorum yıllar önce bir kuraklık olmuştu. İnsanlar yağmur duasına çıkıyorlardı. Bazı büyük gazeteler inananlarla alay eden duayla yağmur mu yağar, gibi manşetler attılar.


Sonuçta birkaç gün sonra öyle bir yağmur yağdı ki, o gazetenin deposunu sel bastı. Hem de ağustos ayında... Tabii aklı gözüne inen insanlara göre bu tesadüftü...


Sanırım ders aldık. Geçtiğimiz Temmuz 2013’te diğer bir gazetemizdeki manşet bukez şuydu:

Yağmur duasından sonra sel geldi. Ordu’da kuraklık nedeniyle çiftçiler perşembe günü yağmur duasına çıktı. Dünkü yağmur sele neden oldu.






Geçen televizyonda rastladım. İnsanlarla röportaj yapıyorlardı. Sunucu, üç dilek isteme hakkın olsa neleri isterdin veya değiştirmek isterdin, diye soruyor.


Kimisi zengin olmak, kimisi güzel bir eş, diğeri bir müdür veya bakan olmak, öbürü alim olmak, diğeri köşkünün olmasını... vs. isterdim, dedi.


Bunu izleyince düşündük. Sonsuz DUA etme hakkımız varken üç dilek hakkı da ne oluyor ki... Allah kaderi duaya bağlamıştır. Mesela ayetle sabittir ki, Allah Hz. Nuh’un duasıyla tufan yaratmıştır.


Fakirinizin de ettiği bir çok duanın kabul olduğunu gördük hamdolsun. Ama sadece içten, samimi gözyaşıyla ettiğimiz dualarımızı,  Allah hemen gerçekleştirdi.




Dua, Allah’a yalvararak muradını istemektir. Allahü teâlâ, dua edeni sever, dua etmeyene gazap eder. Dua, gelmiş olan belaları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mani olur.


Allahü teâlâ, (Bana halis kalb ile dua ediniz! Böyle duaları kabul ederim) buyurdu. Bunun için, dua etmek, namaz, oruç gibi ibadettir. Yine (Bana ibadet yapmak istemeyenleri, zelil ve hakir yapar, Cehenneme atarım) buyuruyor. (Mümin 60)


Allahü teâlâ, herşeyi sebep ile yaratmakta, nimetlerini sebeplerin arkasından göndermektedir. Zararları, dertleri def için ve faydalı şeyleri vermek için de, dua etmeyi sebep yapmıştır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:


(Dua, ibadetin aslı ve özüdür. Allah katında duadan makbul bir şey yoktur. Dua 70 türlü kazayı önler. Ömrün bereketini artırır.) [Tirmizi]


(Rabbiniz, elbette haya ve kerem sahibidir. Kulları ellerini kaldırıp bir şey istedikleri zaman, onların ellerini boş çevirmekten haya eder.) [Ebu Davud]




(Dua, müminin silahıdır.) [İbni Ebiddünya]


(Allahü teâlâ dua etmeyene gazap eder.) [İbni Mace]


(Dua belayı önler.) [Deylemi]


Duanın yapılması mukadderata bağlıdır. Takdirde dua varsa elbette yapılır. Duanın belayı önlemesi kaza ve kaderdendir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:


(Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan dua, o bela gelirken korur.) [Şir’a]


Zaten biliyorsunuz kabul edilmeyen dua olmuyor. Peygamberimiz SAV şöyle diyor:


(Dua eden, üç şeyden hali değildir: Ya günahı affolur veya hemen hayırlı karşılığını görür, Yahut ahirette mükafatını bulur.) [Deylemi]





25 Mayıs 2014 Pazar

Neden bu kadar korkuyoruz?


Neden bu kadar korkuyoruz?


 

24 Mayıs 2014 Cumartesi öğlen 12:25’te merkez üssü Çanakkale’nin 90 km açıklarında Ege denizinde 6.5 büyüklüğünde deprem meydana geldi, biliyorsunuz...

 


Deprem, Çanakkale, Edirne, Balıkesir gibi bir çok ilde hissedilmiş. Akşam çeşitli kanallarda haberlerde izledik. Aman Allah’ım, ağlamalar, kendinden geçmeler, balkonlardan atlayanlar...

 

Anlayamıyoruz gerçekten... En kötü ihtimal ölmektir. Neden ölümden bu kadar korkuyoruz? Zaten günün birinde ölmeyecek miyiz? Ve dünya hayatımızın her saniyesinin hesabını vermeyecek miyiz?

 

Yaşlı teyzenin birisi korkudan hüngür hüngür ağlıyordu. Teyzecim bu dünya fani, geçicidir. Asıl yaşam ahirettedir; sonsuza kadar cennet’te eğlence veya -Allah korusun- cehennem’de azaptır.

 

“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.”  (ANKEBUT suresi, 64. ayet)

 

Belki sen, zaten beş-on sene içinde ölebilirsin. Neden korkuyorsun ki, depremde ölsen şehit olursun ve ahirette amel defterin açılıp hesaba çekilmeden direk cennete gidersin.

 


Cabir bin Atik (Radiyallahu Anh) şöyle dedi: “Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

 

‘…Şehitler Allah yolunda öldürülmenin dışında yedi kişidir:

1) Taun (Veba) hastalığından ölen şehittir.

2) Suda boğularak ölen şehittir.

3) Zatu’l-Cenb (karaciğer zarı iltihaplanması) hastalığından ölen şehittir.

4) Karın hastalığından ölen şehittir.

5) Yangında ölen şehittir.

6) Yıkıntı altında kalarak ölen şehittir.

7) Karnındaki cenin sebebi ile ölen kadın da şehittir’ buyurdu.”

Malik 232, 233, Ebu Davud 3111, Müslim 1914/164 Nesei 1846, İbni Mace 2803, İbn Hibban Sahih ve Mevarid 1616, Hakim 1/352, Ahmed 5/446

 

Aslında acizane kanaatimizce ölümden bu kadar korkmamız şunun içindir. Ölünce, amel defterimizin açılıp, hayır ve ibadetlerimizin azlığından hesap vermekten korkuyoruz.

 

Çünkü, kimimiz namazı, haccı emekliliğe, çocukların büyümesine erteliyor. Kimisi yardım etmeyi çok parası olunca yapacak. Fakir bir akrabamızın bir aylık erzağını almak için, illa zengin olmak mı gerekiyor?

 

Ölümden değil, aslında namazsız ölmekten korkalım. TUİK verilerine göre Türkiye’de günlük ortalama ölüm oranı 1000 kişidir. (2013 yılında Türkiye’de toplam ölüm 372.094 kişidir. TUİK)

 

Yapılan özel bir istatistikte ise, Türkiye’de otuz gün oruç tutan ve beş vakit NAMAZ kılanların oranı % 29’dur. Yani malesef günlük ölen 1000 kişiden 710’u Allah’ın huzuruna namazsız varıyorlar.



 

 
 


Bendeniz de ölümden korkuyoruz. Ama bu korku ölümün dehşetinden değil de, Allah’ın sevgisini kaybetmenin ve neden yapmadın hitabına cevap verememenin korkusudur.

 

Çünkü kendimizi çok sorguluyoruz. Celal, neden sen bu kardeşin/arkadaşın/komşun/tanıdığın yanlış yolda giderken onu uyarmadın, neden ona güzel ikna edici sözlerle gönlünü imana ısındırmadın?

 

Bunun gibi sorulara karşı bir cevabımız olur belki inşallah, diye bu yazıları yine Allah’ın izniyle yazıyoruz. Zaten ibadetlerimiz kırık, dökük, eksik... Yarabbi biz fakiriz, aciziz, sen affetmezsen kime gideriz? 

 

Peygamberimiz SAV şöyle buyuruyor:

 “ Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli onun NAMAZıdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün olmazsa, kaybeder ve zararlı çıkar. Şayet farzlarından bir şey noksan çıkarsa, Azîz ve Celîl olan Rabb’i DER Kİ:

 

- Kulumun nâfile namazları var mı, bakınız? der. Farzların eksiği nafilelerle  tamamlanır. Sonra diğer amellerinden de bu şekilde hesaba çekilir.” (Ebû Dâvûd, Salât 149)

 


Sonuç olarak, Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil.  Kalbinde iman olanlar için ölüm,

 

  • Vazife-i hayat külfetinden bir terhistir.
  • Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten (kulluktan) bir paydostur.
  • Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir.
  • Hem hakikî vatanına ve ebedî makam- ı saadetine girmeye bir vasıtadır.
  • Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinâna (cennet bahçelerine) bir davettir.
  • Hem Hâlık-ı Rahîminin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye (ücret almaya) bir nöbettir.
  • Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilâkis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi (mutluluğun girişi) nazarıyla bakmak gerektir.

 

Hem ehlullahın (Allah dostlarının) bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat (hayırlar) içindir.

 

Evet, ehl-i iman için ölüm rahmet kapısıdır, ehl-i dalâlet (sapık topluluklar) için zulümat-ı ebediye (ebedi zulümler) kuyusudur.

 

(Bediüzzaman Said Nursi- Hastalar Risalesinden)

 

 


 

 

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Keşke tüm gençlerimiz böyle aşık olsa


Keşke tüm gençlerimiz böyle aşık olsa


 

Önceki yazılarda hergün Radyo7’de dinlediğimiz Talha Bora Öge nam-ı diğer Gölge’nin programından birkaç yazıda bahsetmiştik hatırlarsanız:

 



 

Bugün Radyo7’de dinlediğimiz, Talha Bora Öge’nin programınına telefonla bağlanan genç kız, hayatının dönüm noktasını anlattı, bu yazıda bundan bahsetmek istiyoruz.

 

Bu anlatılanı dinleyince keşke dedik, keşke böyle erkekler ve böyle kızlar çoğalsa, keşke tüm gençlerimiz böyle aşık olsa ...

 


Programa Giresun’dan bağlanan yirmidört yaşındaki genç kız şöyle dedi:

 

“Benim dönüm noktam on yıl önce 2004’teydi. Okulda bir oğlana fena aşık oldum. ...

 

Bu öyle aşk ki, ona hiç açılmadım, fakat ona benzemeye çalıştım. Seven, sevdiğinin sevdiklerini sever misali, o namaz kılıyor diye beş vakit namaza başladım.

 

Önceleri öylesine kılıyordum, sonra kıldıkça, Kuran okudukça imanım arttı, ki Kuran’ı  da o okuyor diye öğrendim, sonra huşu ile namaz kılmaya başladım.

 

Talha abi duyduğuma göre o şimdi başka biriyle nişanlanmış. Önceden hep onunla evlenme hayalleri kuruyordum ama şimdi inanın hiç üzülmüyorum, o beni Rabbimle buluşturdu.”

 

Talha bey ona moral verdi: Sen hem ruhen, hem bedenen kendini muhafaza et. Allah seni sevmiş kardeşim. Allah’a, hep hayırlısı için dua et. Allah gönlüne göre, daha hayırlı ve salih bir eş nasip etsin kardeşim, diye dua etti.

 

Bunu dinleyince internette okuduğumuz eski bir hikayeyi hatırladık. Belki yüzyıllar önce yaşanmış bu hikayenin günümüzde de yaşanabileceğine şahit olduk. Hikaye şu:

 

Eski zamanlarda bir melikin oğlu bir gün çarşıda gezerken peçesi düşen bir kızın yüzünü görmüş..

 

Kız o kadar güzelmiş ki, aşık olmuş ve kızla evlenmek istemiş, o kızın babası da bir camide imamlık eden bir şeyh imiş. Şeyhin yanına gidip kızını istemiş.

 

Şeyh melikin oğluna, kızımı veririm ama 40 gün arkamda namaz kılarsan, Şartını koşmuş.

 

Melikin oğlu 40 gün kızın babasının arkasında namaz kılmış, ibadet etmiş her duasında kızı istemiş.

Kızın adı Visal'miş. Bana ViSaLi ((Allah-a Kavuşmak, Allah aşkı)) nasip et, beni ONA KAVUŞTUR diye dua edermiş, ama ViSaL'in anlamının Allah-a kavuşma olduğunu bilmezmiş.

 

41 gün geçmiş, Melikin oğlu kızı almaya gelmemiş. Artık kız dayanamayarak camiye oğlanın yanına gitmiş.

 

Sen benim için bu Kadar zaman burada kaldın.. Şimdi 40 gün geçti beni almaya gelmedin. O kadar da çok beni istemiştin. Şimdi ne oldu. diyor.

 

Melikin oğlu da bunun üzerine şu cevabı veriyor:

 

Ya ViSaL, enti sebebil ViSaL La tekuni, vela tekuni sebebi infisal.

 

( önceleri seni istiyordum, ama daha sonra sen sebep oldun, ben daha büyük aşka kavuştum, şimdi nolur Rabbimle arama girme...)

 

 



   Aşk en üstün duygudur. Aşk, bir sihirdir. Etrafında dolaşan renkli yıldızlardan oluşmuş, gözle değil ancak gönülle görülebilen bir sihirdir. Aşık olduğunda değişirsin. Asla yapmayacaklarını yapabilir, her zaman yaptıklarından vazgeçebilirsin.

 

Daha önce birçok kez anlatmıştık. Acizane bendenizin yaşadığı o mecazi aşk da, ilahi aşka dönüşmüştü. Hayatımı Anlattığım Kitabım’da şunları anlatmıştık:

 

      Onu ilk gördüğüm o an, hedefe kilitlenen bombalar gibi gözlerimi ondan ayıramadım. O bana baktığı anda ise elektriği gözlerimi çarptı ve başımı öne eğdim. O güzel gözler beni attı bu derin sevdaya. Onunla türk filmlerindeki gibi bir bahaneyle konuştum ve tanıştık. İlahi aşkın filizi gönlüme ekildi ve artık bundan sonra kiminle konuşsam hep ondan bahsederdim. Her an onu düşünürdüm.

 


     Onu görmek için hayaller kurarak yaz tatilini beklerdim. Farklı şehirlerde olmamız bu aşkı daha da güçlendirdi. Aşk özlemektir. Televizyonda bir türk aşk filmi izlesem ağlardım. Onu düşünürken iki gün yemek yemesem açlık hissetmezdim. Hep arabesk aşk şarkıları dinlerdim. Dünyayı toz pembe ve güzel görürdüm. Onun sevdiği şeyleri ben de severdim.

 

Aşk fedakarlıkmış. O seviyor diye kırk derece sıcak bir yaz günü üç km yürüyüp kasabadan köye çikolata getirmiştim. Hatta erimesin diye çok uğraşmıştım. Ve kestirmeden tarlalardan hızlıca köye yürümüştüm. Sezen Aksu’nun şarkısında söylediği gibi: “Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk”

 

     Ben aşık olduğum kızı hiç ölmeyecek, hastalanmayacak, güzelliği hiç solmayacak, beni hep sevip kollayacak sanmışım. Aslında ben o insanda bu özellikleri hayal etmişim. Zamanla anladım ki, ben Baki olan bütün güzelliklerin gerçek sahibi Rabbime aşık olmalıydım.

 

Bu hastalık beni kendime getirdi. Yaşadığım o beşeri aşk, zamanla şimdi ilahi aşka dönüştü. Hakiki aşk, ilahi aşkmış. Şimdi ise artık her konuştuğum kişiyle sözü İslam'a ve Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) 'e getiriyorum. Hep Allah'ı ve Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) 'i düşünüyorum.

 

   Seven sevdiğine itaat eder. Allah sevmiyor diye haramlardan kaçıyorum. Yani sevdiğimi üzmemek için... Önceden de sevdiğim kız istemediği için bazı şeyleri yapmıyordum.

 

Allah’ı seviyorum diyen ispat etmelidir. Allah’a itaat, Allah’ı sevmenin neticesidir. Allah’ı razı etmek için namaz kılıyorum. Allah’ın mektubu Kur’an-ı Kerim’i okuyorum ve üzerinde düşüncelere dalıyorum...

 

   Efendim sevmek duygusunu içimize Allah yerleştirmiştir. Sevmemek mümkün değildir. Mutlaka bir şeyleri seveceğiz. Sevmek duygusuyla Allah'ı seveceğiz. Allah'ın sevdiklerini ve Allah'ı sevenleri seveceğiz. Kadir, Leyla’nın aşkıyla çöllere düşmüştü. Bu aşkı onu gerçek aşka götürüp Mecnun etmişti. Mecnun çöllerde ağlayıp gezerken sonunda sevgilerin sahibi Mevla’yı bulmuştu.

 

Anlatılır: Yıllar sonra Leyla Mecnun’a gelir. Mecnun sorar : “Sen kimsin?“ ; “Tanımadın mı, Ben Leyla” der. Mecnun son sözü söyler : “Sen Leylaysan o zaman bendeki Leyla kim?”

 


   Bir de şu mesele bana çok zor geliyor. Ferhat Şirin’e olan aşkından dağı delmiş olamaz. Ferhat yıllarca aşkla dağı delerek Yeşilırmak’ı Amasya’ya akıtmış. Evet bu iş aşkla yapılır ama ilahi aşkla. Ferhat bence halkını suya kavuşturmak için Rıza-yı ilahi için yaptı. Şirine olan aşkı işin bahanesiydi.

 

Benim yaşadığım mecazi aşk ise, hakiki aşk merdiveninin ilk basamağıymış. Bu çok uzun bir merdiven. Ben ilk basamağı geçmiş ve şu an ikinci basamaktayımdır inşallah...


Kanaat tükenmez bir hazinedir !!


Liseli, üniversiteli kız olsun, erkek olsun tüm gençlerimize acizane deriz ki:

 

Karşı cinsi görüp beğendiğinizde içinizde oluşan duygu aşk değildir. O, nefsani bir geçici istektir. Geçicidir çünkü daha güzel/yakışıklı birini görünce hemen unuturuz.

 

Bu alışverişteki çocuğun durumuna benzer. Önce dondurma alın der, birkaç dükkan geçince şekeri görür, onu ister...

 

ALLAH TÜM GENÇLERİMİZE, BEDENEN, RUHEN İFFETLİ KALMAYI NASİP ETSİN.
KENDİLERİNE SADECE KISACIK BU DÜNYADA DEĞİL, SONSUZA KADAR HAYAT ARKADAŞI OLACAK SALİH/A EŞLERLE KARŞILAŞTIRSIN.
 

 


 

 

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Soma’daki yangın Türkiye’yi yaktı


Soma’daki yangın Türkiye’yi yaktı


 

Her hafta iki yeni yazı yayınlıyoruz biliyorsunuz. Bu haftaki yazım hazırdı fakat yıllar sonra okuduğumuzda bu acıyı unutmayalım diye Soma’daki faciayı yazmak istedik.

 

13 Mayıs 2014 Salı günü saat 15:00 sularında Manisa Soma’daki binlerce madencimizin çalıştığı özel bir kömür madeni ocağında vardiya değişimi sırasında elektrik trafosunun patlamasıyla yangın çıktı.

 

Yüzlerce kişi yerin yaklaşık yediyüz metre altında yanan kömürlerden çıkan karbonmonoksit gazından zehirlenerek hayatını kaybetti. Yazıyı yazdığım şu an 284 ölü vardı.  İnşallah hepsi şehit hükmündedir.

 


Bu olay hakkında haber kanallarında, internette, sosyal medyada çok şeyler yazıldı, çizildi, anlatıldı. O yüzden olayı acizane ‘celalin penceresinden’ nasıl gördüğümüzü paylaşacağız.

 

Soma’daki yangın Türkiye’yi yaktı

 

Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Hatay’a tüm Türkiye duaya durdu. İnsanımız, sağcı, solcu, engelli, sağlıklı, ateist, dindar, hemen herkesin kalbi ve kulağı Soma’dan gelecek sevindirici bir haberdeydi. 

 

Facebook ve Twitter’da gün boyu herkes üzüntüsünü bildiren paylaşımlar yaptı. Türkiye’de üç gün yas ilan edildi. Facebook listemdeki yüzlerce kişi profil resmine siyah kurdele koydu.

 


Ülkemiz öyle kenetlendi ki, adeta Çanakkale Savaşındaki gönül beraberliği oldu. Herkes kendince birşeyler yapabilmenin çabasına düştü.

 

Bazı takımlarımız maç hasılatını bağışladı. Bankalar ölenlerin kredi borçlarını sıfırladı. Taraftarı olduğumuz Fenerbahçe klübümüz 100 yetim öğrenciye beş yıl boyunca eğitim bursu vermek için havuz oluşturdu.  

 

Hatta A. Madrid’deki temsilcimiz Arda Turan, Barcelona ile yapacakları şampiyonluk maçına Soma yazılı tşörtlerle çıkmaları için takımına teklif götürmüş ve kabul edilmiş.

 

Her nefeste şükür borçluyuz

 

Yüzlerce kişi oksijensizlikten öldü. Hatta sabah internette okudum. Ocaktan kırk arkadaşıyla beraber Allah’ın izniyle sağ kurtulan bir madenci, sürekli demirleri ısırdık ve bu sayede beynimize oksijen gitti, dedi.

 


Empati yaparak düşününce bırakın sahip olduklarımızı, bir nefesin ne kadar kıymetli olduğunu anlıyoruz. Acizane yatalak bir engelliyiz ama rahatça nefes alıp veriyoruz hamdolsun...

 

Allah’a her nefes için, gözümüz, kulağımız, dilimiz, sevgimiz, imanımız, evimiz, arabamız, bilgisayarımız, yiyeceklerimiz ve saymaktan aciz olduğumuz nice şeyler için şükür borçluyuz.

 

Evet sözle sık sık “Elhamdü lillah” desekte, şükretmenin en kapsamlı ve kolay yolu NAMAZ kılmaktır. Sözümüzle yaptığımız şükrü ve Allah’ı sevdiğimizi ispat etmenin yolu, NAMAZ kılmaktır.
 
 

 

Ölüme hazırlıklı olmalıyız

 

Sanırım orada ölenlerin pekçoğu ölümü herzaman hissediyorlardı. Çünkü eskiden, Dervişler tasavvufta, ahlâkın tezkiyesi ve nefislerini terbiye için, çilehane denen karanlık yerlerde aylarca sadece zikir, Kuran ve namazla meşgul olarak kalıyorlarmış. .

 

Öyle kapalı, karanlık yerlerde insan, dünyanın geçiciliğini daha iyi hissediyor. Fakiriniz odamızda hep yattığımız yerde namaz ve yazmakla vakit geçiriyoruz. Bu yüzden de hamdolsun kalbimiz hep saf kalabiliyor hamdolsun.

 

Yeryüzündeki insanların dünyasındaki kirliliklerinden uzak kalan, ocaktan sağ kurtarılan temiz yürekli, o saf yiğit anadolu gencinin o sözü kalbinin yansımasıydı.

 

Soma'daki maden faciasından yaralı kurtulan bir işçinin ambulansa bindirilirken hemşireye "çizmelerimi çıkarayım mı, sedye kirlenmesin" diye sorması izleyenleri gözyaşlarına boğdu.
 

 

 

Maddi, manevi yardım etmeliyiz

 

Bombalı saldırılar, deprem felaketleri, yüzlerce terör şehitleri, trafik faciaları, vs... Unuttuğumuz pekçok olay gibi bu acıyı da ders almadan unutacağız ne yazık ki...  

 

 

Zonguldak faciasının ardından gündeme gelen ama kabul edilmeyen kaçış-yaşam odaları Soma faciasıyla tekrar gündeme geldi.

 

3 yıl önce Zonguldak Kozlu’da meydana gelen facianın ardından maden yönetmeliğinde zorunlu hale gelmesi istenen ancak kabul görmeyen ‘kaçış-yaşam odaları’ ‘Soma’yla yeniden gündeme geldi. 40 kişi kapasiteli bu odaların fiyatı yaklaşık 250 bin dolar. Yani 5 milyon dolara 20 odayla tüm Soma madencilerini kurtarmak içten bile değildi. (KAYNAK:  http://gundem.bugun.com.tr/bunlar-yasanmayabilirdi-haberi/1104926  )

 

 

Yüzlerce çocuk yetim kaldı, yüzlerce eş dul kaldı. Hiçbir maddiyat bir çocuğun baba hasretini söndüremez. O yangın ölene kadar sürer... Allah yardım etsin.

 


Empati yapalım, kendimizi ölen babanın veya kalan yetimin yerine koyalım. Yetimlerin başını okşamanın bile çok sevap olduğunu bilerek yetimlere maddi, manevi desteğimizi esirgemeyelim. Gün, yardımlaşma ve paylaşma günüdür.
 
 

 

Keşke omzuna sarılsaydın

 

Belki bu yazacağım şey yanlış anlaşılabilir. Sadece hislerimizdir.

 

Kömür ocağının önünde pekçok insan gibi devlet protokolü de ümit ve sabırla bekledi. Facebook’ta gördüğümüz Enerji Bakanımız Taner Yıldız’ın resmi fakire keşke dedirtti.

 

Resimde, ocaktan yaralı çıkartılan bir işçimiz, iki kişinin omzuna girmesiyle yürüyerek, sanırım ambulansa doğru gidiyor. Fakat sayın bakan ve yanındakiler önünden geçenleri sadece seyrediyor.

 


Koşup hemen bir omzuna da bakan Taner Yıldız’ın el atmasını çok isterdim. Çünkü hastalığımızın ilk yıllarında böyle iki kişinin yardımıyla yürürdük. Bazen yanımızdan geçenler yardım lazım mı diye bile sormazdı. Üzülürdük.

 

Fakat bir akşam işten çıkarken bir omzuma kızkardeşim diğerine patronumuz Yaman Tunaoğlu bey girdi, merdivenden indik. Sadece bendenizi değil, bunu görmek çalışanları da mutlu etti.

 


Yazımızı internetten kopyaladığımız anlamlı bir taziye mesajıyla bitiriyoruz:

 

"Ailelerinin rızkını temin maksadıyla en zor şartlarda çalışıyor, en helal rızkı kan ter içinde evlerine götürüyorlardı. Hiçbir söz onların firak (ayrılık) acısını ifade edemez ve teselliye yetmez. Gözümüzde yaşlarla onların kederine ortak olmak, dua dua yalvarmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor.

Soma'da vefat eden madencilerimize Allah'tan rahmet ve mağfiret, yaralılara acil şifa, ailelerine sabrı cemil niyaz ederim. Halen mahsur kalanların bir an önce kurtarılması niyazıyla milletimize başsağlığı dilerim. Allah, başka musibetlerden muhafaza buyursun."