Yaşamak
her şeye rağmen çok güzel…
Perdenin arasından süzülen güneş ışığı
gözlerimi kamaştırmaya başladığında çoktan uyanmış, insanın içini ısıtan, ruhuna
mutluluk veren bu anın tadını çıkarıyordum. Uzun ve yorucu geçen kış mevsiminin
ardından gelen bahar, tıpkı bir çocuk gibi sevindirmişti tabiatı ve onun
üzerinde yaşayan binbir canlıyı…
Odamın kapısının önünden geçen annem,
uyanık olduğumu görünce hemen çevik bir hareketle odama daldı, pencereyi açtı ve
yavaşça perdeyi araladı. Sanki az evvel içimden geçirdiklerimi bilmişçesine, bu
temiz havayı koklamamı ve pozitif enerji almamı istiyordu.
“Günaydın oğlum! Bugün
çok neşeli bir hava var. Haydi sen de içine çek bu güzelliği ve kendine gel de
kahvaltını getireyim, belki bugün babanla parka gezmeye çıkarsınız.” dedi.
O sırada babam, gözünde kalın okuma gözlüğü, elinde gazetesi
ve ayağında, bana evde olduğunu hissettiren ve bundan mutluluk duyduğum o ses
yapan terlikleriyle odama girdi.
“Günaydın canım oğlum!
Hava bugün çok güzel, hiç itiraz istemem beraber parka gideceğiz.”
Babam bunu söylediğinde
aklımdan “Keşke çocuk olsaydım ve babama ‘Hiç itiraz istemiyorum beni parka
götüreceksin babacım.’ diye söylemek geçiyordu.
Bunu düşünürken babam beni çoktan
kucaklamıştı. Yatağımın üzerinde oturur vaziyete getirmişti bile. Annem elinde
tepsinin üzerinde mis gibi kokan bir tost ve çayla odama girdi.
Hastalığımın başlaması ve ilerlemesi
üzerinden yıllar geçmişti. Belki sağlığım açısından bir çok şeyi kaybetmiştim
ama, güneşin ışıltısından duyduğum mutluluk, mis gibi kokan çiçekler,
cıvıldaşan kuş sesleri, ince belli bardakta sıcak bir çay, bir dostla yaptığım
tatlı bir sohbet ve beni hayata bağlayan daha nicesi bugün hala yaşama
sevincimin umut kaynaklarıydı.
Çay
keyfi ve babamın okuduğu gazetedeki güncel olayları anlatma ve yorumlamasından
sonra benim için özel olarak tasarladığı banyoya götürdü beni. Ağır ve yapılı oluşum babamı epey zorluyordu.
Fakat benim için her şeyi kolaylaştırmaya çalışması beni mutlu ediyor ve her
gün ona olan dualarımı güçlendiriyordu.
“Hah şöyle saçlarını da
geriye tarayalım bakalım”……… dişlerimi fırçaladık ve banyo faslını bitirmiştik.
Annem kız kardeşimin hediye ettiği en sevdiğim mavi-beyaz tişörtü giydirip
şapkamı taktığında artık dışarı çıkmaya hazırdım.
Babamla parka gittik. Çay bahçesine
oturup zaman kaybetmeden birer çay
söyledik. Sohbete henüz başlamıştık ki uzakta yaşlı bir amcanın koluna sarılıp
yürümekte zorlanan bir genç dikkatimi çekti. Genci görünce kendi gençliğim
aklıma geldi. Benim hastalığımın bir benzeri olabilirdi. Çünkü ben de
hastalığın ilk dönemlerinde böyle yürüyordum. Babamdan o amcayı ve genci masamıza davet
etmesini rica ettim. Babam da “Elbette ki çok güzel olur.” diyerek gidip davet etti. Babamın nezaketi
karşısında bizi kırmayarak “Niçin olmasın.” demişler. Masamıza oturdular ve onlara da çay
söyledik.
Önce tanıştık. Gencin
ismi Hakan’mış. Yaşlı amca ise gencin
babası imiş.
Amcaya ismini sordum, “Musa”
dedi. Gülümsedim.
“Benim babamın ismi
İsa.” dedim.
“Bir yanımda İsa, bir
yanımda Musa ne mutlu bana. J”
Gence hastalığını
sordum. “Freidreich Ataksisi” dedi. “Öyle
mi? Benimki de aynı hastalık” dedim.
“Hakan kardeşim, hastalığın
nasıl ve ne zaman başladı, nerede teşhis kondu, biraz kendini anlatır mısın?”
dedim. Sohbete başladık.
“Abi hastalık
başladığında galiba on altı yaşındaydım. Yürürken dengem bozuluyordu ve sık sık
düşüyordum. Bir araştırma hastanesinde yirmi gün yattım. İncelediler ve sonunda
bu hastalığın teşhisini koydular” dedi.
“Peki hastalığının
hakkında bilgi verdiler mi?” dedim.
“Abi doktorum çok iyi
bir doktordu. Bir psikolog doktorla beraber, bana bu hastalığın henüz tedavisi
olmadığını ve sürekli ilerleyeceğini anlattı. Çok üzüldüm, bir süre
rehabilitasyon(iyileştirme) aldım. Doktorum bu durumda çalışabilmemin zor
olduğunu söyledi. Engelli raporu çıkartarak taburcu etti.
“Bizim hastalıkta evet
çalışmak çok zordur. Çünkü bilirsin tuvalet, yemek, giyinmek, banyo, sandalyeye
binmek gibi her konuda yardıma muhtacız. Fakat Allah’ın bizim için yaptığı
kader planını bilmiyoruz. Şu an kaç yaşındasın Hakancığım, bir mesleğin var mı?
dedim.
“Abi hastalığın ilk
zamanlarında lisede ikinci sınıfta okuyordum. Okulda zorlansam da canım
arkadaşlarımın yardımlarıyla liseyi bitirebildim. Abi şu an yirmi bir
yaşındayım, meslek lisesi bilgisayar bölümü mezunuyum” dedi.
“Ah ne kadar güzel kardeşim”
dedim.
“Abi şu an çalışabilirim
ama hastalık ilerleyince nasıl çalışırım bilmem” dedi.
Sohbete dalmış, çayları
unutmuştuk.
“Çayın soğuyor, çayını
iç.” dedim. O çayını içerken ben de onu rahatlatabilecek bazı düşüncelerimi
onunla paylaşmaya düşündüm.. Rahatlatacak dedim çünkü ben de aynı sıkıntıları
yaşadım, aynı psikoloji içerisindeydim. Bu bakış açısı beni çok rahatlatmış,
hayata farklı baktırmış ve bulunduğum durumu kabullenip memnun olmamı ve
şükretmemi netice vermişti. Hemen söze başladım.
“Hakan kardeşim, Allah bizi bu dünyaya bir
plan dahilinde göndermiştir. Allah her gün, bir karıncanın bile rızkını
verirken, yarattığı en üstün varlık olan biz insanı unutur mu? Yeter ki biz, Allah’a hakkıyla tevekkül
edelim. Mesela ben kendimi bildim bileli, hiç geleceği düşünüp uzun plan
yapmadım. Bak ben tekerlekli sandalyedeyim, görüyorsunuz ama, Allah bana neleri
nasip etti biliyor musunuz, vaktiniz varsa anlatayım” dedim.
“Evet abi meraklandım
anlatır mısın?” dedi.
Musa Amca ve Hakan, pür dikkat bana döndüler. Gözlerim bir an ufka
daldı. Konuşmaya başladım:
“Kasım 1993’teydi.
Hastaneye yatalı yirmi gün olmuştu. Yapmadıkları tahlil, test kalmamıştı.
Defalarca kan aldılar. Ekg, Emg, tomografi.. her şeyi yaptılar. Hatta iki defa
MR (emar) çekildi. O sıralarda elimi arada duvardan destek alarak senin şimdiki
halin gibi yürüyebiliyordum.
“Bir sabah uyandım. Doktorlar dokuz gibi
vizite gelirlerdi. Yine duvardan destekle yürüyerek hastane balkonuna çıktım.
Üniversitede yurtta alıştığım illeti yaktım. Oturduğum balkondan hastane
bahçesindeki koşuşturan insanları seyrederken gözüm daldı. Dumanı üflerken
anılar film şeridi gibi geçti. Daha dört ay önce üniversiteyi bitirmiştim. Tüm
çocukluğum ve delikanlılığım boyunca hep alay edilirdim: “Sen sarhoş musun? ,
Niye düz yürümüyorsun? Yamuk! İçtin mi sen? , Sallanmasana! Dik dursana bi ya! Dengesiz!
vs. … Yürürken balkonlardaki insanların bakışlarından çok utanırdım ama, daha bunun bir hastalık olduğunu bile
bilmiyordum. Sanki böyle yürümeyi ben istiyordum?
Hakan “Aynı beni anlatıyorsun
be abi” dedi.
Gülümsedim ve anlatmaya
devam ettim.
“Kendimi bildim bileli,
geceleri dökmeden çay taşımanın ve dümdüz yürümenin hayalini kurardım. Belki
bir ilaçla veya iğneyle düzelebilme ihtimali vardır, belki çok basit bir
tedavisi vardır diye düşünürdüm. Ama kimseye derdimi söyleyemedim. İnsanların
nasıl düz yürüyebildiklerini çok merak ederdim. Hani doğuştan görme özürlü
birisi, görmenin nasıl ve ne demek olduğunu anlayamazmış ya benimki de aynen
öyle. İşte şimdi beni hastanede inceliyorlardı. Ümitle sonucu bekliyordum. Belki de iyileşecektim…” Saat dokuza
geliyordu. Tekrar odaya geçtim.
“Doktorlar geldi.
Bizimle ilgilenen doktorlar, klinik şefine biz hastaların durumu hakkında bilgi
verdiler. Her günkü sabah kontrolü bitmişti. Ben odadaki diğer hastalarla
sohbete başladım. Konu müzikten açıldı. Ben o zamanlar Orhan Gencebay
hayranıydım.
“Yanımdaki hasta ‘Ben
Samsun’da yol üstü lokanta işletiyorum. Orhan bey, bana Samsun’a her gelişinde
uğrar.’ dediğinde çok sevindim. O hastaya:
“Abi keşke ben de
tanışabilsem” dedim.
“Kahkahalarla böyle
sohbet devam ederken, benimle ilgilenen bayan doktor odaya girince sustuk.
“Yanıma geldi, içimi bir garip heyecan kapladı.
‘Celal, senin hastalığının
ismi Friedreich Ataksisi’ dediğinde sözünü kestim.
‘Nasıl doktor hanım,
ney pardon anlayamadım’, dedim.
Daha hastalığın adını
bile telaffuz edemiyordum.
“Bu hastalık dengesiz
yürümeyle başlar, sürekli ilerler ve tekerlekli sandalyeyle devam eder. Sonunda
yatalak duruma gelir” dedi.
Nefes almadan
dinliyordum ve göz pınarlarım dolmaya başlamıştı. Henüz on dokuz yaşında bir
gençtim. Hayatın baharındaydım.
Yıllarca hayalini
kurduğum düz yürüyebilmek gerçekten hayale dönüşüyordu. Sonra devam etti:
“Celal, sen şimdi
hastalığının henüz başlangıç dönemindesin. Bu hastalığın sebebi bilinmiyor ve maalesef
tıbben tedavisi yok.”
Dişlerimi sıkıyor ve
ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
“Bugünler senin iyi
günlerin. Sen asla çalışamazsın. Yakında tekerlekli sandalyeye düşeceksin ve
ilerde yaşarsan yatalak olabilirsin. Özetle durumun böyle.” dediğinde daha
fazla kendimi tutamadım ve çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladım.
Doktor Hanım odadan
çıktı. Oda arkadaşları teselli
veriyorlardı, ama duymuyordum. Yatağa uzandım. Battaniyeyi üstüme örttüm ve
ağlamaya başladım.
Musa Amca, “Vay vicdansız doktor. Celalim, Hakanım da çok ağladı” dedi. Devam
ettim.
“Babam, kendimi idare ettiğim için refakatçi olarak
kalmıyordu.
Saat on iki gibi
gelince bakmış ki üstüm örtülü. Uyuyorum sanmış. Odadaki diğer hastalar babama
uyumuyor, ağlıyor deyince üstümdeki battaniyeyi kaldırdı.
Babamı görünce tekrar
ağlamaya başladım. Gözlerim ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Durumu
anlattığımda hemen doktorla görüşmeye gitti.
“Gencecik çocuğa birden
böyle söylenir mi?” diye münakaşa etmiş.
Doktor Hanımın babama
cevabı şu olmuş:
“Ama hastanın kendi
durumunu öğrenmeye hakkı var.”
Babam o zaman
alıştırarak söyleseydiniz ya diye doktora epey bağırmış.
Sonunda doktor Hanım
odama gelerek bana:
- Celal senin
hastalığının henüz tedavisi yok ama, bak tıp çok hızlı ilerliyor. Yakında bu
hastalığa da bir çare, bir ilaç bulunabilir. Her zaman umutlu ol, dedi.
Kısmen biraz da olsa
rahatlamıştım.
“Doktor Hanım taburcu
olurken babama:
- Bu çocuk hiç bir iş
yapamaz, ilerde yatalak olur, götür evine yatsın, demiş.
Babam ‘Oğlum üniversite
bitirdi’ dediyse de Doktor Hanım ‘Çalışamaz kardeşim!, demiş.
Hastaneden çıkarken
babama bakmakla yükümlüdür diye rapor çıkartmış.
Musa Amca “Bana da aynı
rapordan verdiler” dedi.
“Fakat babam bunu
kabullenemedi. ‘Sen üniversite bitirdin oğlum’, dedi. Allah bakalım ne kısmet
edecek diye engelli işçi vasfıyla, iş ve işçi bulma kurumuna başvurduk.
Mesleğimi söyleyince “Rakel
diye özel bir şirket var, gider misiniz?”
dediler.
Söylenen yer Çankaya’daydı.
Ve evimizle arada kırk km vardı. Mesafe uzaktı.
Bakalım ya nasip
diyerek belediye otobüsüne bindik ve babamın desteğiyle yürüyerek Çankaya’ya
gittik.
Oradaki yetkili beni
beğendi ve “Burası genel müdürlüktür. Bizim fabrikamız Sincan’da” dedi.
Ertesi gün Sincan’daki
fabrikaya gittik. Görüşmede bana bir çok soru sordular.
Sonunda beğenmiş
olmalılar ki ‘Yarın gel başla’, dediler.
Allah öyle büyük ki,
hem bana mesleğime göre masa başı bir iş nasip etti. Hem de mesafe sorun
değildi. Çünkü biz de Sincan’da oturuyorduk ve fabrika evimize yedi km
uzaktaydı.
Allah’a binlerce
hamdolsun.
“İnsanlar önyargılı
bilgilerle hemen karar veriyorlar Hakancığım. Allah’ın bizim hakkımızda bir
kader planı olduğunu unutuyorlar. Babam o gün, o doktoru dinleseydi, ben bugün
belki de evde yatacaktım ve asla emekli olamayacaktım.
Beni her gün arabayla
işe götürüp getiren ve benim elim, ayağım, her şeyim olan babamdan Allah ebediyen
razı olsun.
Babam alnımı öptü, ‘İyi
ki varsın oğlum seninle gurur duyuyorum’, dedi.
Musa Amca da Hakan’a
aynısını söyledi ve öptü. Birer çay daha söyledik.
Musa Amca, “Oğlum ÖMSS’
ye (Özürlü Memurluk Seçme Sınavı) girecek. Kazanırsa memur olup sırtını devlete
dayayacak” dedi.
“Musa Amca hayırlısı olsun inşallah kazanır, ama kazanamazsa
da dünyanın sonu değil; özel sektörde de iş alanı geniş, Allah’ın takdiriyle
bir işe girer” dedim.
Hakan bana “Abi, biz
engelliler işyerinde zorlanmaz mıyız? Başarılı olabilir miyiz? Çalışırken
ihtiyaçlarımızı nasıl karşılarız?” dedi.
“Hakancığım, bizim hastalıkta
çalışma hayatı çok zordur. Çünkü biliyorsunuz bu hastalık sürekli ilerler, tekerlekli sandalyeye düşünce işyerinde çok
sıkıntı yaşanır.
Ben özel bir şirkette
çalıştım. İşe girdiğimde tekerlekli sandalyede değildim. Sallanarak duvardan
destekle yürüyordum. Hakan’dan daha iyiydim. Bu halde dört yıl çalıştım.
Ama bu dört yıl içimde
dürüstlüğüm ve çalışkanlığımla patronun gözüne girdim.
Gerçekten mesleğimde
bir numara olmuştum.
Hatta ben izin
aldığımda telefonla arayıp iş danışıyorlardı.
Hastalık ilerleyince
tekerlekli sandalyeye düştüm.
Bir kaç sene babam evde
telefonda beni bekledi. Arayınca gelip tuvalete götürdü.
İşyeri eve yakındı.
Öğlen geliyor, bana yemekhaneden yemek alıp masama getiriyordu.
“Patronumuz bu durumu
haber almış.
Beni odasına çağırdı
“Celal, yaptığın işleri
biliyoruz ve biz senden çok memnunuz. Sen artık tekerlekli sandalye
kullanıyorsun. Ve ihtiyaçların için her gün baban geliyormuş. Artık babanın
gelmesine gerek yok. Çünkü tuvalet ve yemek konusunda temizlikçi arkadaşların
sana yardım etmesine karar verdik. Emekli olana kadar böyle bizimle çalışmanı
arzu ediyoruz” dedi.
“Babam sabahları
arabamızla beni işe getiriyordu, akşamları ise tekrar geliyor ve eve
dönüyorduk.
İşyerinde temizlikçi
arkadaş, günde üç kez tuvalete götürür ve lazımlık ördekle tekerlekli sandalye
üzerinde küçük abdestimi yaptırırdı.
Öğle tatillerinde ise
beni yemekhaneye götürüyordu. Öğle yemeğini beraber yiyorduk.
Evde hizmetim çok
ağırdı. Babam astım hastası. Tuvalet ve banyo ihtiyacımı karşılamak için
zorlanıyordu.
Bu durumu uzun zaman
kafasından tasarlayarak, banyomuza bir
vinç sistemi kurdu. Beni sandalyeden kaldırıp klozete oturtuyor.
İşyerinde çayımı ise,
mutfak görevlisi teyze masama getirirdi.
Ben her ay maaşımı
alınca vicdanen rahatlamak için temizlikçi arkadaşa bahşiş verirdim.
Musa Amca, “İyi
yapmışsın oğlum” dedi.
“Allah, hepsinden razı olsun” dedim.
“Toplam on altı sene
çalıştım ve 2010 da emekliliği doldurdum. Musa Amcacım eğer ben doktorun dediği
gibi evde yatalak olarak yaşasaydım, emekliliğe nasıl ulaşacaktım. Şimdi iyi ki
de Allah bana çalışmayı nasip etti diyorum. Bana böylesine güzel bir kader
çizen Allah’a binlerce hamdolsun.
Musa Amca, “Allah
senden razı olsun Celal oğlum. İnşallah ÖMSS’yi kazanıp oğlum işe girer. Bu olmasa
senin gibi özel sektörde iş bulur ve başarılı olur. Bize dua et evladım” dedi.
“Biliyor
musun bilmem Musa Amca, zaten elliden fazla çalışanı olan işyerlerinin, kanunen
yüzde üç oranında engelli çalışanları olmak zorundaymış. Çalıştırmazlarsa ceza uygulaması
varmış.
Engelli
çalıştırmak işveren açısından da karlıdır.
Hem
cezadan kurtuluyorlar, hem de bir iş yaptırıyorlar.
Üstelik
aynı işi yapan sağlam işçiye göre daha az vergi yatırıyorlar.
Çünkü
engelli işçinin sigorta primlerinin büyük bölümünü devlet karşılıyor.
Musa Amca
derin bir nefes aldı.
“Öyleyse
aslında özel şirketler engelli işçi çalıştırmakla çok karlılar” dedi.
“Öyle
tabi ki Musa Amca, bir de ahiret yönünden bakarsak, engelliler melek gibidirler,
günahsızdırlar.
Engelli
çalıştıran işyerleri hem çok sevap kazanır, hem de Allah o işyerinin bereketini
artırır” dedim.
“Evet Musa Amcacım Allah bakalım size neler
nasip edecek.
Görelim
Mevla neyler, neylerse güzel eyler. Ya nasip…
Telefonlarımızı
verdik. Musa amca müsaade istedi.
Hakan’a
“Unutma, dedim.
“Allah
bakalım neler hazırladı sana. Mesela, Allah bana o işte çalışmam için her
sebebi hazırlamış. Sana ayrıntıları anlatmadım ama sonunda beni o işe
kavuşturdu. Aslında bazı olumsuz gibi görünen şeyleri Allah hayra çevirdi.
“Hakancım, hangi işi
yaparsan yap, en iyisi sen ol. Hatta ayakkabı boyacısı bile olsan, herkes
ayakkabısını boyatmak için sana gelsin.
Tamam
der gibi yüzüme baktı. Gitmek için ayağa kalktılar.
“Şimdi
bu hastalık doğuştan olmadığı için depresyonlar yaşayabilirsin.
Ben
bunu namazla yendim.
“Kutsal
kitabımız Kuran’ın Türkçe mealini okumuş muydun?
“Yok
abi okumadım” dedi.
“Kendine
plan yap inşallah ve yavaş yavaş belki beş altı ayda anlayarak oku. Bir de
Hastalar Risalesi adlı kitabı okumanı tavsiye ederim. Google’da aratırsan
bulursun.
“İnşallah
teyemmüm abdestiyle de oturduğun yerde namazını kılarsan için huzurla dolacak.
Hakan
yüzünde mütebessim çehre ile:
“İnşallah
ağabeycim, okuyacağım ve namaz kılmasını öğreneceğim, zaten istiyordum.
Peki
Celal abi tanıştığıma memnun oldum. İnşallah yine görüşürüz, dedi.
Sonra
yine babasının koluna girdi ve yürüyüp gittiler.
Biz de
babamla bir engelli kardeşime yardım etmenin huzuruyla birer çay daha söyledik.
Derinden
bir nefes alarak temiz bahar havasını içime çektim.
Yaşamak
her şeye rağmen çok güzel…