31 Ekim 2012 Çarşamba

Seninle olmak var ya - Ağlatan pop şarkısı


Seninle olmak var ya - Ağlatan pop şarkısı

 

Geçen gece radyoda dinlediğim bir pop şarkısı beni hüngür hüngür ağlattı. Bu nasıl oldu derseniz, kısaca anlatayım:

 

Geçen gece yatağımın kenarındaki radyoda frekansları dolaşırken bir şiir hoşuma gitti. Şiir bittikten sonra programcı bir anısını anlattı ve konu başlığındaki şarkıyı çaldı. Kral fm de Bedirhan Gökçe'nin programıydı. Bedirhan Gökçe'nin ağzından yazacağım. Ben araya girmeyeceğim Dedi ki:

 

"Yıllar önce bir hapishanedeki mahkumdan bir mektup aldım. Programımı her gece dinlediğini ve sevdiğini söyledikten sonra kendini anlatmış. Telefon olmadığı için mahkumlar genelde mektup yazar. Maddi durumunun çok zayıf oldugunu, kendisinin Edirne'deki hapishanede ailesinin Gaziantepte yaşadıgını belirtmiş. Küçük çocukları olduğunu ve çok özlediğini yazmış.

 

Ben bu mahkumun ailesinin telefonunu buldum. Gündüz aradım. Durumu anlattım. Gece canlı yayına bağlayacağımı söyledim. O mahkum sürekli bizi dinlediğine göre mutlaka dinleyecekti ve sürpriz olacaktı.

 

Gece canlı yayında çocuklar çok güzel konuştular, babalarının dinlediğini bildiklerini ve onu çok sevdiklerini, çok özlediklerini söylediler. Bağlantının sonunda 7 yaşında kız çocuğuna sordum. Baban bizi şu an dinliyor. Ona bir şarkı armağan etmek istermisin diye sordum.

 

Evet dedi, Seninle olmak var ya !!! dedi.

 

Şarkının sözlerini düşününce kendimi o kızın yerine koydum, gözyaşımı tutamadım, ağladığımı belli etmemek için epey uğraştım...."

 

Fazla detaya girmeden kısaca anlattım. Hikayeyi anlattıktan sonra o şarkıyı çaldı. Ağladım ve bu hikayeyi anlatayım dedim.

 

**********************************



 

Bu şarkıyı dinlemek için:

 


 

.............

Kim bilir kaç yıl daha böyle canım yanacak
Seninle olmak var ya , yeniden doğmak var ya
Kim bilir kaç yıl daha sürgün çeker bu gönül
Seninle olmak var ya , yeniden doğmak var ya

...............


Sevgilerimle ...

C. Çelik / Ankara

 

29 Ekim 2012 Pazartesi

Cuma namazından çıkınca


Cuma namazından çıkınca

 

Ben tekerlekli sandalyede bir engelliyim. 19 yıl önce babama doktorlar “Bu çocuk hiçbir iş yapamaz, götür evine yatsın” demişler. Fakat Allah her şeyi işitir, görür.

Allah kaderimde öyle bir iş nasip etti ki, hem mesleğime göre bilgisayar başındaydı, hem de işyeri evime yakındı.

 

Gerçekten ben o doktorun dediği gibi, sonraları yatalak hale geldim ama Allah’a şükür babam var. Babam giydirdi, banyo yaptırdı, tuvalete götürdü, tekerlekli sandalyeye bindirdi, işe götürüp getirdi. Allah babamdan razı olsun.

Allah devletimize de zeval (yokluk) vermesin. Devletimizin biz engellilere verdiği erken emeklilik hakkı ile 16 yıl çalışarak 2010 da emekli oldum elhamdülillah...  

 

Ben yedi yıldır namaz kılıyorum. Teyemmümle tekerlekli sandalyede kılıyorum. Çalışırken kılamazdım ama eve gelince kılamadığım namazları kaza ederdim.

Emekli olduğumdan beri hamdolsun namazlarımı kaçırmadan kılıyorum. Artık duamı uzunca yapabiliyorum.

 

Evimizin yakınına yeni bir mescit yapıldı. Sokaktan girişi düz ve kolay. Babam Allah razı olsun her Cuma sabah kahvaltıdan sonra banyo yaptırıyor ve tekerlekli sandalyeyle o mescite Cuma namazına götürüyor. Camiye girerken de götürdüğümüz nemli bezle tekerleri güzelce temizliyor.

 

Fakat Cuma namazı için mescite girince bazılarının bana bakışlarından şunu anlıyorum: “Sen engellisin. Canım Cuma namazı sana farz değil ki.” Bunun bende farkındayım ama birde şöyle düşünsek:

 

Devletimiz camileri tüm vatandaşlarının hizmetine sunmuştur. Engelli de bir vatandaştır. Camiye gitmek onunda hakkıdır.

Ayrıca camide yanımdaki yaşlı amca da sandalyede kılıyor. Benim sandalyem tekerli… Fark bu J Keşke tüm camilerimiz engellilere uygun olsa…

 

Eskiden 9-10 yaş çocukları namaza alıştırmak için Cuma namazlarına götürürlermiş. Cuma namazından çıkınca dedesi çocuğun elinden tutup dondurmacı, tatlıcı, lunapark gibi yerlere götürürlermiş. Bu adet günümüzde biraz unutuldu. Ama babam bu adeti uyguluyor. Nasıl mı?

 

Ben hareketsizlikten epey kilo aldım. Emekli olduğumdan beri diyetteyim. Günde az az iki öğün yiyorum. Sebze meyve ağırlıklı besleniyorum. Fakat babam haftada bir bana ödül veriyor.

 

Her Cuma, namazdan çıkınca dönerciye gidiyoruz. Bir hafta diyetin ardından o döner ne lezzetli geliyor bilseniz. Böylelikle babam hala o adeti yaşatıyor hamdolsun.

 

Her Cuma sabah banyodan önce sevdiğim dostların bazısını telefonla arayıp Cumalarını tebrik ediyorum. Hayırlı cumalar diyorum. Böylece Allah muhabbetimizi artırıyor hamdolsun.

 


Sevgili dostum Efkan Vural hocam her zaman benim için okuldan çıkıp bulunduğum mescite gelir sağolsun. Geçen Cuma namazı çıkışında Efkan hocam “Celal sen bu namazdan çıkışta yemeğe gidiyorsunuz ya, inşallah onunla ilgili bir yazı yazar mısın” dedi. Bende olur hocam dedim ve bu yazıyı yazdım.

 

Allah'ın bana nasip ettiği nimetleri saymaya kalksam bitiremem . En büyük nimetim anne ve babamın sağlıklı ve yanımda olması ... Allah anne ve babamdan razı olsun , sağlıklı ve hayırlı uzun ömür versin.

 

Anne veya babası vefat etmiş olanlarımız mutlaka vardır. Ayrılıklarımız sadece kısacık bu fani dünyada olsun. Allah lütfuyla bizleri sonsuz hayatımız cennetinde de birbirimizden ayırmasın.

 

“Hasılı O, Kendisinden dilediğiniz her şeyi verdi. Öyle ki Allah’ın size verdiği nimetleri birer birer saymaya kalkarsanız, mümkün değil, onları sayamazsınız. Gerçekten insan zalim ve nankördür."

(İbrahim suresi, 34. ayet)

 

C. Çelik / Ankara ( Konya-Ereğli )

 

24 Ekim 2012 Çarşamba

Kurban bayramı

Kurban bayramı

Kestiğimiz kurbanlar,  bir yıl boyunca bize, çocuklarımıza ve yakınlarımıza gelecek bela, kaza ve musibetleri önler.

Günümüzde aramızda çok yaygın bir söz vardır. "Arkadaşım, senin için çiğ tavuk yerim." Bu dünyayı ve kainatı yaratan Yüce Allah, bazen kendisine yönelen samimi kullarını dost edinir ve bu dostluğun samimiyetini ara ara test eder.
 


Hz. İbrahim peygamber'i, Allah kendine dost edinmiştir. O zamanki hükümdar, yani nemrut, Hz. İbrahim'i, halkı Allah'a ibadete çağırdığıiçin (çünkü nemrutun işine gelmiyordu.), şehir meydanında , etrafını odunlarla çevirip diri diri ateşin içine attı. Hz. İbrahim Allah'a güvendi. Dostum beni korur dedi. Ve ateşonu yakmadı...Allah ateşe “Yakma” emrini vermişti.
 


İbrahim Peygamber’in çocuğuda olmuyordu. Allah'a günlerce, gecelerce dua edip yalvardı.Ve sonunda duası kabul olmuş ve İsmail doğmuştu.
 

 
Hz. İbrahim Mekke'deydi. Rüyasında bir ses: "Ey İbrahim! Allah, oğlunİsmail'i kurban etmeni emrediyor." diyordu. Bu rüya Allah'tan mı, yoksaşeytandan mı bilemedi. Zilhicce ayının sekizinci günüydü. Ertesi gün, aynıvakitte aynı rüyayı görünce, rüyanın Allah'tan olduğunu anladı. Bu bir dostluk imtihanıydı. Allahu Teâlâ'nın dostluğuyla şereflenen Hz. İbrahim'den en sevgili varlığını kurban etmesi isteniyordu. En sevgilinin adı İsmail olduğu için, kurban İsmail'in adıydı.
 


Zilhicce'nin onuncu günüydü. Hz. İbrahim o sabah İsmail'e, ip ve bıçak almasını, oduna gideceklerini söyledi. İsmail hiç şüphelenmedi. Mina mevkiine gelince Hz. İbrahim rüyayı yavaş yavaş oğluna anlatmaya başladı. Hayatıveren ve alan Allah değil miydi? Allahu Teâlâ şimdi ondan emanet ettiği hayatıgeri istiyordu. Bu çok şerefli bir alışverişti. İsmail, babasına teslimiyet ve tevekkülle şu cevabı verdi:
 


"Babacığım, ne ile emrolunduysan o işi yap. Beni İnşaallah sabredenlerden bulacaksın."

   Hz. İbrahim uzun yıllar sahip olamadığı ve yıllar yılı yaptığıduaların kabulü olarak kendisine verilen oğlunu Rabbine takdim ediyordu. İsmail'in son sözleri şu oldu:
 


"Babacığım ellerimi, ayaklarımı bağla ki fazla çırpınmayayım. Elbiseni topla ki, kan sıçrayıp kirletmesin. Annem görür ve üzülür. Bıçağı şiddetle çal ki ölüm kolay olsun. Beni yüzümün üzerine yatır, yüzüme bakarsan bana acırsın. Ayrıca ben de bıçağı görmeyeyim, korkuveririm. Annemin yanına vardığında selâmımı söyle. (Kurtubi, 15-104)

 

Hz. İbrahim oğlunu sağ tarafına yatırdı, gözlerini bağladı. Bıçağı oğlunun boynuna olanca gücüyle sürerken "Bismillah" dedi, fakat bıçak kesmedi. Bıçağa baktı, keskindi. İkinci, üçüncü defa denedi, bıçak yine kesmedi. Hz. İbrahim yıllar evvel kendisini ateşin yakmadığını hatırladı. Demek ki bu defa da Cenab-ı Hak, bıçağa "Kesme!" emrini vermişti, kesmiyordu.
 


Bir ses duydu. "Allahu Ekber! Allahu Ekber!" diyordu. Başınıkaldırdı: Cibril-i Emin(Cebrail) yanında semiz bir koç olduğu halde inmekteydi. Hamd ve şükür duyguları içinde "La ilahe illallahu vallahu ekber" dedi. Durumu fark eden Hz. İsmail, Cenab-ı Hakk'a minnet ve şükranlarını dile getirerek "Allahu Ekber ve lillahil hamd" dedi. " (Kaynak:internet)

 
 

Kurban, kelime manası olarak, yaklaşmak yani Allah'a yakınlaşmak demektir. Kurban sadece Allah'ın rızasını umarak kesilir.
 


Farkındasınız herhalde değil mi? Yüce Allah, bir kurban edilen koç karşılığında Hz. İsmail’in hayatını bağışlamıştır. Kestiğimiz kurbanlar, bize, çocuklarımıza ve yakınlarımıza gelecek bela, kaza ve musibetleri de bir yıl boyunca önler.
 
 


Kurban bayramınızı şimdiden tebrik eder, Sevdiklerinizle beraber, sağlık ve afiyet içinde, nice bayramlar geçirmenizi Cenab-ı Hakk'tan niyaz ederim...



C.Çelik





"ÖĞRENMEMİZ GEREKEN İLK DİL, TATLI DİLDİR."
Barış Manço






21 Ekim 2012 Pazar

Eğer Günahsız olsaydık


Eğer Günahsız olsaydık

 
Geçenlerde internette bişey okudum.

Bir anne bayan arkadaşına çocuğundan dert yanıyordu.

 
"Çocuğum çok mükemmel bir çocuk. Sabah kalkınca yatağını kendi topluyor, pijamasını katlayıp dolabına koyuyor. Kahvaltıda kendi çayını kendi dolduruyor. Ödevlerini zamanında yapıyor ve sürekli ders çalışıyor. Ama şekerim ben istiyorum ki çocuğum biraz dağınık olsun da arkasından toplayayım, ona sürpriz yemekler yapayım, istiyorum. Tamam yaramaz olmasın ama azıcık hata yapsın ve gelsin benden af dilesin istiyorum. Anneliği yaşamak istiyorum."

 
Bu yazıyı okuyunca Peygamber Efendimizin SAV bir Hadis-i Şerifini hatırladım :

 
"Eğer siz hiç günah işlemez olsaydınız, Allah sizi toptan helak eder, başka insanlar yaratır, onlar günah işlerler, tövbe ederler, kendisi de onları bağışlardı." (Müslim, tevbe,9)
 

Fakat lütfen bu hadisi yanlış anlamayalım. Yani günah işlemeyi teşvik etmiyor. Aksine, Allah bizi günah işlemeye meyilli yaratmıştır; bizim günah işleyeceğimizi biliyor ve bizi tövbe-istiğfar etmeye teşvik ediyor.

 

Tıpkı hata yapınca annesinin eteğine sarılıp ağlayan çocuk gibi, Allah, bizim de hata yaptığımızda kendisine yönelip, tövbe edip af dilememizi istiyor. Kuran'da elliden fazla ayette Rabbimiz tövbe etmeyi teşvik etmektedir. Mesela:

 

"Kötülük işleyip bunun ardından tövbe edenler ve iman edenler; hiç şüphesiz Rabbin, bundan (tövbeden) sonra elbette bağışlayandır, esirgeyendir. " (Araf suresi, 153)

 

Efendimiz SAV buyurur ki:


"Her insan hata yapar. Hata edenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir."


 
Asrımızın imani problemlerine çözüm sunan Kuran tefsiri Risale-i Nur ile tövbe edip hayatına temiz bir sayfa açan Mersin’li Nimet isminde bayan kardeşimizin kendi ağzından tövbe hikayesini aktarmak istiyorum:

Babam gazino çalıştırırdı


 
“ Nurlarla nurlandım. Evet şuan Risale-i Nur hayatıma gireli 5 sene oluyor ve ben 40 yaşındayım. Ama aslında 5 yaşına girdim diyebilirim. Babam gazino çalıştırır ve sık sık hapishanelerde geçerdi ömrü; beş kardeş nasıl büyüdük anlamadan 17 yaşında evlendim.

Kuafördüm eşimde ses sanatçısı. Babam gazinocu ve ben nefsin hoşuna giden bir dünyanın içindeydim süslenmek giyinmek gezmek ve geceleri eşimle sahne ortamı ama oradan gelince ellerimde titreme olur bütün gece sabaha kadar huzursuz bir şekilde uyurdum.

Vicdanım rahatsızmış meğerse, günlerim günler, fallar, pikniklerle geçerken 3 çocuk oluverdi. Ayet-el kürsüyü ezberledim diye kendimi tam bir Müslüman sanarken aşağı taşınan bir komşum dikkatimi çekti evi doluyor taşıyordu.

 
Bir gün kapısına dayandım bende sizinle oturabilir miyim diye kendimi davet ettirdim eve.Tesettürlü hanımlar pek güzel gözüküyorlardı. Oysaki en son tesettüre girecek kişi bendim ve onların o hanımefendilikleri beni büyülemişti.

Altı ay o komşumla onun sohbetlerini gezdim ve birinci sene tesettüre girdim, ikinci sene Kuran okumaya başladım ve üçüncü sene haccım çıktı.

Ben sadece rabbimin kapısını tıklattım oda sonuna kadar açtı buyur kulum dedi beni muhatap aldı binlerce şükür ki risaleler o kapının tokmağı oldu.

Şuan cuma günleri benim evde sohbet ediyoruz diğer günlerimde hep dolu artık ne elim titriyor nede vicdanım rahatsız elhamdülillah 5 yaşını bitirmek üzereyim üstadım sen kışta geldin ama bizler baharı yaşayacağız inşallah.

Nimet / Mersin / Bayan Kuaförü “

 

 

HEPİMİZİN GÜNAHLARI VARDIR. ALLAH HEPİMİZİ GÜNAHINA TÖVBE EDİP GECELERİ RABBİNE GÖZYAŞLARIYLA DUA EDEN SALİH KULLARDAN EYLESİN.

 

C. Çelik / Ankara ( Konya-Ereğli )
 

19 Ekim 2012 Cuma

Güzel gören güzel düşünür


"Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen de hayatından lezzet alır."
 
 

Geçenlerde genç bir tanıdığım dostla, iftar sonrası bir çay bahçesine gittik. Çayımızı yudumlarken sohbet ettik. İşler nasıl, dedim. Celal abi, herşey o kadar bozulmuş ki, dünyada yaşamak artık zevk vermiyor, dedi.

Evleneceğim ama korkuyorum, çevreme bakıyorum, genç kızlar da artık ahlaksızlık hat safhada. İnsanlara bakıyorum, çoğu devleti dolandırarak vergi kaçırma derdinde, heryıl bir ev, araba alıyorlar. Ben valla bir aydır maaş almadan çalışıyorum, dedi.

 

Evet abicim, sen yıllar önceki benim halim gibisin. Ben bir ara, senin gibi bir ruh halindeydim. Her şeyi çok kötü, memleket bitmiş, dürüst insan kalmamış, ...vs düşünürdüm. Peki ben nasıl toparladım biliyormusun.

 

Bir hacı amca komşumuza bu durumumu anlattım. Dedi ki, Celal evladım Bediüzzaman diye bir alim der ki:

"Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen de hayatından lezzet alır." Nasıl amca bu ne demek, dedim.

 

Şimdi şurdaki su şişesine bak, ne görüyorsun, dedi. Su dedim. Evet ama bakış açısı, dedi. Olumlu bakan şişenin yarısı dolu, der. Olumsuz bakan ise yarısı boş, der.

Yani herşey bakış açısında gizli, dedi. Herşeye iyi, güzel, olumlu, faydalı, tarafından bakan güzel görür. Güzel gören insanlarda mutlu olurlar demek, dedi.

 

Aslında olayın özü şu abicim: Ben olumlu bakmayı öğrendim. Olumsuz şeyleri ise görmemezlikten geliyorum. Haber izlemiyorum. Akşamları radyoda beni rahatlatan TSM gibi müzikleri ve sohbetleri dinliyorum.


Radyodan kısa haberleri dinleyip gündemden haberdar oluyorum. Facebookta olumlu şeyler paylaşıp, faydalı sayfalara abone oluyorum. Beni geren yazı, resim okumuyorum. En az bir kaç dini siteyi beğendim. Günlük birkaç ayet ve hadis öğreniyorum.

 

Televizyonda beni üzen kanal, dizi, haber, film izlemiyorum. Hayata Allah'a iman penceresinden bakıyorum. Mesela ben o dediğin ahlaksız gençlere üzülüyorum ama takmıyorum, görmemezlikten geliyorum. Namazlarımda dua ediyorum.

Ülkemizde namaz kılanlar, oruç tutanlar, cumaya gelenler, zekatını verenler, içkiye sigaraya zinaya tövbe edenler her sene artıyor. Belki onlar da ilerde tövbe ederler.

 

Yani ben güzel görüyorum ve olumsuzluklardan uzaklaşıyorum. Komşularımızla öyle muhabbet kurduk ki komşuculuk bitmiş diyenler gelip görmeli.

Abicim sende inşallah herşeyi güzel görerek güzel düşün, ve de böyle güzel düşünerek de hayatından lezzet al.

 

Sıkma canını kardeşim Takma Kafana !

Şöyle bir ALLAH de, bir SALAVAT getir için açılsın.


C. Çelik / Ankara ( Konya-Ereğli )


16 Ekim 2012 Salı

Yaşamak her şeye rağmen çok güzel


Yaşamak her şeye rağmen çok güzel…

 

      Perdenin arasından süzülen güneş ışığı gözlerimi kamaştırmaya başladığında çoktan uyanmış, insanın içini ısıtan, ruhuna mutluluk veren bu anın tadını çıkarıyordum. Uzun ve yorucu geçen kış mevsiminin ardından gelen bahar, tıpkı bir çocuk gibi sevindirmişti tabiatı ve onun üzerinde yaşayan binbir canlıyı…

 

      Odamın kapısının önünden geçen annem, uyanık olduğumu görünce hemen çevik bir hareketle odama daldı, pencereyi açtı ve yavaşça perdeyi araladı. Sanki az evvel içimden geçirdiklerimi bilmişçesine, bu temiz havayı koklamamı ve pozitif enerji almamı istiyordu.

“Günaydın oğlum! Bugün çok neşeli bir hava var. Haydi sen de içine çek bu güzelliği ve kendine gel de kahvaltını getireyim, belki bugün babanla parka gezmeye çıkarsınız.” dedi.

 

      O sırada babam,  gözünde kalın okuma gözlüğü, elinde gazetesi ve ayağında, bana evde olduğunu hissettiren ve bundan mutluluk duyduğum o ses yapan terlikleriyle odama girdi.

“Günaydın canım oğlum! Hava bugün çok güzel, hiç itiraz istemem beraber parka gideceğiz.”

Babam bunu söylediğinde aklımdan “Keşke çocuk olsaydım ve babama ‘Hiç itiraz istemiyorum beni parka götüreceksin babacım.’ diye söylemek  geçiyordu.

 

       Bunu düşünürken babam beni çoktan kucaklamıştı. Yatağımın üzerinde oturur vaziyete getirmişti bile. Annem elinde tepsinin üzerinde mis gibi kokan bir tost ve çayla odama girdi.

 

      Hastalığımın başlaması ve ilerlemesi üzerinden yıllar geçmişti. Belki sağlığım açısından bir çok şeyi kaybetmiştim ama, güneşin ışıltısından duyduğum mutluluk, mis gibi kokan çiçekler, cıvıldaşan kuş sesleri, ince belli bardakta sıcak bir çay, bir dostla yaptığım tatlı bir sohbet ve beni hayata bağlayan daha nicesi bugün hala yaşama sevincimin umut kaynaklarıydı.

 

       Çay keyfi ve babamın okuduğu gazetedeki güncel olayları anlatma ve yorumlamasından sonra benim için özel olarak tasarladığı banyoya götürdü beni.  Ağır ve yapılı oluşum babamı epey zorluyordu. Fakat benim için her şeyi kolaylaştırmaya çalışması beni mutlu ediyor ve her gün ona olan dualarımı güçlendiriyordu.

“Hah şöyle saçlarını da geriye tarayalım bakalım”……… dişlerimi fırçaladık ve banyo faslını bitirmiştik. Annem kız kardeşimin hediye ettiği en sevdiğim mavi-beyaz tişörtü giydirip şapkamı taktığında artık dışarı çıkmaya hazırdım.

 

        Babamla parka gittik. Çay bahçesine oturup zaman kaybetmeden birer  çay söyledik. Sohbete henüz başlamıştık ki  uzakta yaşlı bir amcanın koluna sarılıp yürümekte zorlanan bir genç dikkatimi çekti. Genci görünce kendi gençliğim aklıma geldi. Benim hastalığımın bir benzeri olabilirdi. Çünkü ben de hastalığın ilk dönemlerinde böyle yürüyordum.  Babamdan o amcayı ve genci masamıza davet etmesini rica ettim. Babam da “Elbette ki çok güzel olur.”  diyerek gidip davet etti. Babamın nezaketi karşısında bizi kırmayarak “Niçin olmasın.”  demişler. Masamıza oturdular ve onlara da çay söyledik.

 

Önce tanıştık. Gencin ismi Hakan’mış. Yaşlı  amca ise gencin babası imiş.

Amcaya ismini sordum, “Musa” dedi. Gülümsedim.

“Benim babamın ismi İsa.” dedim.

“Bir yanımda İsa, bir yanımda Musa ne mutlu bana. J

Gence hastalığını sordum. “Freidreich Ataksisi” dedi.  “Öyle mi? Benimki de aynı hastalık” dedim.

“Hakan kardeşim, hastalığın nasıl ve ne zaman başladı, nerede teşhis kondu, biraz kendini anlatır mısın?” dedim.  Sohbete başladık.

 

“Abi hastalık başladığında galiba on altı yaşındaydım. Yürürken dengem bozuluyordu ve sık sık düşüyordum. Bir araştırma hastanesinde yirmi gün yattım. İncelediler ve sonunda bu hastalığın teşhisini koydular” dedi.

“Peki hastalığının hakkında bilgi verdiler mi?” dedim.

“Abi doktorum çok iyi bir doktordu. Bir psikolog doktorla beraber, bana bu hastalığın henüz tedavisi olmadığını ve sürekli ilerleyeceğini anlattı. Çok üzüldüm, bir süre rehabilitasyon(iyileştirme) aldım. Doktorum bu durumda çalışabilmemin zor olduğunu söyledi. Engelli raporu çıkartarak taburcu etti.

 

“Bizim hastalıkta evet çalışmak çok zordur. Çünkü bilirsin tuvalet, yemek, giyinmek, banyo, sandalyeye binmek gibi her konuda yardıma muhtacız. Fakat Allah’ın bizim için yaptığı kader planını bilmiyoruz. Şu an kaç yaşındasın Hakancığım, bir mesleğin var mı?  dedim.

“Abi hastalığın ilk zamanlarında lisede  ikinci sınıfta  okuyordum. Okulda zorlansam da canım arkadaşlarımın yardımlarıyla liseyi bitirebildim. Abi şu an yirmi bir yaşındayım, meslek lisesi bilgisayar bölümü mezunuyum”  dedi.

“Ah ne kadar güzel kardeşim” dedim.

“Abi şu an çalışabilirim ama hastalık ilerleyince nasıl çalışırım bilmem” dedi.

Sohbete dalmış, çayları unutmuştuk.

“Çayın soğuyor, çayını iç.” dedim. O çayını içerken ben de onu rahatlatabilecek bazı düşüncelerimi onunla paylaşmaya düşündüm.. Rahatlatacak dedim çünkü ben de aynı sıkıntıları yaşadım, aynı psikoloji içerisindeydim. Bu bakış açısı beni çok rahatlatmış, hayata farklı baktırmış ve bulunduğum durumu kabullenip memnun olmamı ve şükretmemi netice vermişti. Hemen söze başladım.  

 

  “Hakan kardeşim, Allah bizi bu dünyaya bir plan dahilinde göndermiştir. Allah her gün, bir karıncanın bile rızkını verirken, yarattığı en üstün varlık olan biz insanı unutur mu?  Yeter ki biz, Allah’a hakkıyla tevekkül edelim. Mesela ben kendimi bildim bileli, hiç geleceği düşünüp uzun plan yapmadım. Bak ben tekerlekli sandalyedeyim, görüyorsunuz ama, Allah bana neleri nasip etti biliyor musunuz, vaktiniz varsa anlatayım” dedim.

“Evet abi meraklandım anlatır mısın?” dedi.

Musa Amca ve Hakan,  pür dikkat bana döndüler. Gözlerim bir an ufka daldı. Konuşmaya başladım:

 

“Kasım 1993’teydi. Hastaneye yatalı yirmi gün olmuştu. Yapmadıkları tahlil, test kalmamıştı. Defalarca kan aldılar. Ekg, Emg, tomografi.. her şeyi yaptılar. Hatta iki defa MR (emar) çekildi. O sıralarda elimi arada duvardan destek alarak senin şimdiki halin gibi yürüyebiliyordum.

   

  “Bir sabah uyandım. Doktorlar dokuz gibi vizite gelirlerdi. Yine duvardan destekle yürüyerek hastane balkonuna çıktım. Üniversitede yurtta alıştığım illeti yaktım. Oturduğum balkondan hastane bahçesindeki koşuşturan insanları seyrederken gözüm daldı. Dumanı üflerken anılar film şeridi gibi geçti. Daha dört ay önce üniversiteyi bitirmiştim. Tüm çocukluğum ve delikanlılığım boyunca hep alay edilirdim: “Sen sarhoş musun? , Niye düz yürümüyorsun? Yamuk! İçtin mi sen? , Sallanmasana! Dik dursana bi ya! Dengesiz! vs. … Yürürken balkonlardaki insanların bakışlarından çok utanırdım ama,  daha bunun bir hastalık olduğunu bile bilmiyordum. Sanki böyle yürümeyi ben istiyordum?

Hakan “Aynı beni anlatıyorsun be abi”  dedi.

Gülümsedim ve anlatmaya devam ettim.

 

“Kendimi bildim bileli, geceleri dökmeden çay taşımanın ve dümdüz yürümenin hayalini kurardım. Belki bir ilaçla veya iğneyle düzelebilme ihtimali vardır, belki çok basit bir tedavisi vardır diye düşünürdüm. Ama kimseye derdimi söyleyemedim. İnsanların nasıl düz yürüyebildiklerini çok merak ederdim. Hani doğuştan görme özürlü birisi, görmenin nasıl ve ne demek olduğunu anlayamazmış ya benimki de aynen öyle. İşte şimdi beni hastanede inceliyorlardı. Ümitle sonucu bekliyordum.  Belki de iyileşecektim…” Saat dokuza geliyordu. Tekrar odaya geçtim.

 

“Doktorlar geldi. Bizimle ilgilenen doktorlar, klinik şefine biz hastaların durumu hakkında bilgi verdiler. Her günkü sabah kontrolü bitmişti. Ben odadaki diğer hastalarla sohbete başladım. Konu müzikten açıldı. Ben o zamanlar Orhan Gencebay hayranıydım.

“Yanımdaki hasta ‘Ben Samsun’da yol üstü lokanta işletiyorum. Orhan bey, bana Samsun’a her gelişinde uğrar.’ dediğinde çok sevindim. O hastaya:

“Abi keşke ben de tanışabilsem” dedim.

“Kahkahalarla böyle sohbet devam ederken, benimle ilgilenen bayan doktor odaya girince sustuk.

 

 “Yanıma geldi, içimi bir garip heyecan kapladı.  

‘Celal, senin hastalığının ismi Friedreich Ataksisi’ dediğinde sözünü kestim.

‘Nasıl doktor hanım, ney pardon anlayamadım’, dedim.

Daha hastalığın adını bile telaffuz edemiyordum.

“Bu hastalık dengesiz yürümeyle başlar, sürekli ilerler ve tekerlekli sandalyeyle devam eder. Sonunda yatalak duruma gelir” dedi.

Nefes almadan dinliyordum ve göz pınarlarım dolmaya başlamıştı. Henüz on dokuz yaşında bir gençtim. Hayatın baharındaydım.

Yıllarca hayalini kurduğum düz yürüyebilmek gerçekten hayale dönüşüyordu. Sonra devam etti:

“Celal, sen şimdi hastalığının henüz başlangıç dönemindesin. Bu hastalığın sebebi bilinmiyor ve maalesef tıbben tedavisi yok.”

Dişlerimi sıkıyor ve ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

“Bugünler senin iyi günlerin. Sen asla çalışamazsın. Yakında tekerlekli sandalyeye düşeceksin ve ilerde yaşarsan yatalak olabilirsin. Özetle durumun böyle.” dediğinde daha fazla kendimi tutamadım ve çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladım.

Doktor Hanım odadan çıktı.  Oda arkadaşları teselli veriyorlardı, ama duymuyordum. Yatağa uzandım. Battaniyeyi üstüme örttüm ve ağlamaya başladım.

Musa Amca,  “Vay vicdansız doktor.  Celalim, Hakanım da çok ağladı” dedi. Devam ettim.

 

“Babam,  kendimi idare ettiğim için refakatçi olarak kalmıyordu.

Saat on iki gibi gelince bakmış ki üstüm örtülü. Uyuyorum sanmış. Odadaki diğer hastalar babama uyumuyor, ağlıyor deyince üstümdeki battaniyeyi kaldırdı.

Babamı görünce tekrar ağlamaya başladım. Gözlerim ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Durumu anlattığımda hemen doktorla görüşmeye gitti.

“Gencecik çocuğa birden böyle söylenir mi?” diye münakaşa etmiş.

Doktor Hanımın babama cevabı şu olmuş:

“Ama hastanın kendi durumunu öğrenmeye hakkı var.”

Babam o zaman alıştırarak söyleseydiniz ya diye doktora epey bağırmış.

Sonunda doktor Hanım odama gelerek bana:

- Celal senin hastalığının henüz tedavisi yok ama, bak tıp çok hızlı ilerliyor. Yakında bu hastalığa da bir çare, bir ilaç bulunabilir. Her zaman umutlu ol, dedi.

Kısmen biraz da olsa rahatlamıştım.

 

“Doktor Hanım taburcu olurken babama:

- Bu çocuk hiç bir iş yapamaz, ilerde yatalak olur, götür evine yatsın, demiş.

Babam ‘Oğlum üniversite bitirdi’ dediyse de Doktor Hanım ‘Çalışamaz kardeşim!, demiş.

Hastaneden çıkarken babama bakmakla yükümlüdür diye rapor çıkartmış.

Musa Amca “Bana da aynı rapordan verdiler” dedi.

 

“Fakat babam bunu kabullenemedi. ‘Sen üniversite bitirdin oğlum’, dedi. Allah bakalım ne kısmet edecek diye engelli işçi vasfıyla, iş ve işçi bulma kurumuna başvurduk.

Mesleğimi söyleyince “Rakel diye özel bir şirket var,  gider misiniz?” dediler.

Söylenen yer Çankaya’daydı. Ve evimizle arada kırk km vardı. Mesafe uzaktı.

Bakalım ya nasip diyerek belediye otobüsüne bindik ve babamın desteğiyle yürüyerek Çankaya’ya gittik.

Oradaki yetkili beni beğendi ve “Burası genel müdürlüktür. Bizim fabrikamız Sincan’da” dedi.

Ertesi gün Sincan’daki fabrikaya gittik. Görüşmede bana bir çok soru sordular.

Sonunda beğenmiş olmalılar  ki ‘Yarın gel başla’, dediler.

Allah öyle büyük ki, hem bana mesleğime göre masa başı bir iş nasip etti. Hem de mesafe sorun değildi. Çünkü biz de Sincan’da oturuyorduk ve fabrika evimize yedi km uzaktaydı.

Allah’a binlerce hamdolsun.

 

“İnsanlar önyargılı bilgilerle hemen karar veriyorlar Hakancığım. Allah’ın bizim hakkımızda bir kader planı olduğunu unutuyorlar. Babam o gün, o doktoru dinleseydi, ben bugün belki de evde yatacaktım ve asla emekli olamayacaktım.

Beni her gün arabayla işe götürüp getiren ve benim elim, ayağım, her şeyim olan babamdan Allah ebediyen razı olsun.

Babam alnımı öptü, ‘İyi ki varsın oğlum seninle gurur duyuyorum’, dedi.

Musa Amca da Hakan’a aynısını söyledi ve öptü. Birer çay daha söyledik.

 

Musa Amca, “Oğlum ÖMSS’ ye (Özürlü Memurluk Seçme Sınavı) girecek. Kazanırsa memur olup sırtını devlete dayayacak” dedi.

“Musa Amca  hayırlısı olsun inşallah kazanır, ama kazanamazsa da dünyanın sonu değil; özel sektörde de iş alanı geniş, Allah’ın takdiriyle bir işe girer” dedim.

Hakan bana “Abi, biz engelliler işyerinde zorlanmaz mıyız? Başarılı olabilir miyiz? Çalışırken ihtiyaçlarımızı nasıl karşılarız?” dedi.

“Hakancığım, bizim hastalıkta çalışma hayatı çok zordur. Çünkü biliyorsunuz bu hastalık sürekli ilerler,  tekerlekli sandalyeye düşünce işyerinde çok sıkıntı yaşanır.

Ben özel bir şirkette çalıştım. İşe girdiğimde tekerlekli sandalyede değildim. Sallanarak duvardan destekle yürüyordum. Hakan’dan daha iyiydim. Bu halde dört yıl çalıştım.

Ama bu dört yıl içimde dürüstlüğüm ve çalışkanlığımla patronun gözüne girdim.

Gerçekten mesleğimde bir numara olmuştum.

Hatta ben izin aldığımda telefonla arayıp iş danışıyorlardı.

Hastalık ilerleyince tekerlekli sandalyeye düştüm.

Bir kaç sene babam evde telefonda beni bekledi. Arayınca gelip tuvalete götürdü.

İşyeri eve yakındı. Öğlen geliyor, bana yemekhaneden yemek alıp masama getiriyordu.

 

“Patronumuz bu durumu haber almış.

Beni odasına çağırdı

 

“Celal, yaptığın işleri biliyoruz ve biz senden çok memnunuz. Sen artık tekerlekli sandalye kullanıyorsun. Ve ihtiyaçların için her gün baban geliyormuş. Artık babanın gelmesine gerek yok. Çünkü tuvalet ve yemek konusunda temizlikçi arkadaşların sana yardım etmesine karar verdik. Emekli olana kadar böyle bizimle çalışmanı arzu ediyoruz” dedi.

 

“Babam sabahları arabamızla beni işe getiriyordu, akşamları ise tekrar geliyor ve eve dönüyorduk.

İşyerinde temizlikçi arkadaş, günde üç kez tuvalete götürür ve lazımlık ördekle tekerlekli sandalye üzerinde küçük abdestimi yaptırırdı.

Öğle tatillerinde ise beni yemekhaneye götürüyordu. Öğle yemeğini beraber yiyorduk.

Evde hizmetim çok ağırdı. Babam astım hastası. Tuvalet ve banyo ihtiyacımı karşılamak için zorlanıyordu.

Bu durumu uzun zaman kafasından tasarlayarak,  banyomuza bir vinç sistemi kurdu. Beni sandalyeden kaldırıp klozete oturtuyor.

İşyerinde çayımı ise, mutfak görevlisi teyze masama getirirdi.

Ben her ay maaşımı alınca vicdanen rahatlamak için temizlikçi arkadaşa bahşiş verirdim.

Musa Amca, “İyi yapmışsın oğlum”  dedi.

“Allah,  hepsinden razı olsun” dedim.

 

“Toplam on altı sene çalıştım ve 2010 da emekliliği doldurdum. Musa Amcacım eğer ben doktorun dediği gibi evde yatalak olarak yaşasaydım, emekliliğe nasıl ulaşacaktım. Şimdi iyi ki de Allah bana çalışmayı nasip etti diyorum. Bana böylesine güzel bir kader çizen Allah’a binlerce hamdolsun.

 

Musa Amca, “Allah senden razı olsun Celal oğlum. İnşallah ÖMSS’yi kazanıp oğlum işe girer. Bu olmasa senin gibi özel sektörde iş bulur ve başarılı olur. Bize dua et evladım”  dedi.

 

“Biliyor musun bilmem Musa Amca, zaten elliden fazla çalışanı olan işyerlerinin, kanunen yüzde üç oranında engelli çalışanları olmak zorundaymış. Çalıştırmazlarsa ceza uygulaması varmış.

Engelli çalıştırmak işveren açısından da karlıdır.

Hem cezadan kurtuluyorlar, hem de bir iş yaptırıyorlar.

Üstelik aynı işi yapan sağlam işçiye göre daha az vergi yatırıyorlar.

Çünkü engelli işçinin sigorta primlerinin büyük bölümünü devlet karşılıyor.

 

Musa Amca derin bir nefes aldı.

“Öyleyse aslında özel şirketler engelli işçi çalıştırmakla çok karlılar” dedi.

“Öyle tabi ki Musa Amca, bir de ahiret yönünden bakarsak, engelliler melek gibidirler,  günahsızdırlar.

Engelli çalıştıran işyerleri hem çok sevap kazanır, hem de Allah o işyerinin bereketini artırır” dedim.

 “Evet Musa Amcacım Allah bakalım size neler nasip edecek.

Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler. Ya nasip…

     

Telefonlarımızı verdik. Musa amca müsaade istedi.

Hakan’a “Unutma, dedim.

“Allah bakalım neler hazırladı sana. Mesela, Allah bana o işte çalışmam için her sebebi hazırlamış. Sana ayrıntıları anlatmadım ama sonunda beni o işe kavuşturdu. Aslında bazı olumsuz gibi görünen şeyleri Allah hayra çevirdi.

“Hakancım, hangi işi yaparsan yap, en iyisi sen ol. Hatta ayakkabı boyacısı bile olsan, herkes ayakkabısını boyatmak için sana gelsin.

Tamam der gibi yüzüme baktı. Gitmek için ayağa kalktılar.

 

“Şimdi bu hastalık doğuştan olmadığı için depresyonlar yaşayabilirsin.

Ben bunu namazla yendim.

“Kutsal kitabımız Kuran’ın Türkçe mealini okumuş muydun?

“Yok abi okumadım” dedi.

“Kendine plan yap inşallah ve yavaş yavaş belki beş altı ayda anlayarak oku. Bir de Hastalar Risalesi adlı kitabı okumanı tavsiye ederim. Google’da aratırsan bulursun.

“İnşallah teyemmüm abdestiyle de oturduğun yerde namazını kılarsan için huzurla dolacak.

 

Hakan yüzünde mütebessim çehre ile:

“İnşallah ağabeycim, okuyacağım ve namaz kılmasını öğreneceğim, zaten istiyordum.

Peki Celal abi tanıştığıma memnun oldum. İnşallah yine görüşürüz, dedi.

Sonra yine babasının koluna girdi ve yürüyüp gittiler.

Biz de babamla bir engelli kardeşime yardım etmenin huzuruyla birer çay daha söyledik.

Derinden bir nefes alarak temiz bahar havasını içime çektim.

Yaşamak her şeye rağmen çok güzel…