30 Ocak 2013 Çarşamba

Aile hekimi böyle olmalı


Aile hekimi böyle olmalı

 

Geçenlerdeki büyüklerde, büyüklüğün alameti Tevazu yazısını hatırlarsınız. O yazıyı yazmama sebep Ereğli müftümüz Yusuf Eseroğlu hocamın tanık olduğum mütevaziliği idi. Yine bu yazıyı yazmamdaki sebep, aile hekimimiz sevgili Gülcan hanımın samimi bulduğum ilgisidir.

  

Hükümetimizin başarılı uygulamalarından birisi de 2005 de yürürlüğe giren aile hekimliğidir. Allah devletimize zeval (yok olma) vermesin.

 


sitesinde aile hekimliği incelenebilir. Türkiye'de aile hekimine düşen hasta sayısı 3 bin 500 - 4 bin civarındadır. Bu uygulama başladığında devletimiz bize aile hekimimiz Gülcan Alaşahin hanımı atamıştır. Nasibimize onu çıkaran Allah’a binlerce hamdolsun. Keşke tüm doktorlar öyle olsa ... 

 

Engelli kadrosundan emekli olduktan sonra yine dünyadaki imtihanım devam etti. Mart 2011 de şeker komasıyla bir ay hastanede yattım. Aslında yattık. Yoğun bakımdan servise alınınca son on gün babamla kaldık.

 

Hastanede ve eve geldikten sonra da annem ve babam bana bebek gibi baktılar. Babam bu sırada sık sık evimize üçyüz metre uzaktaki sağlık ocağına gidiyor ve bazı ilaçlar ve problemler konusunda aile hekimimiz Gülcan Alaşahin hanımdan sürekli bilgiler alıyordu.

 

Ben serumlardan şiştiğim için tansiyon sorunum için babam hastaneye götüremedi. Yine bir yol göstermesi için Gülcan hanıma danıştı. İsa amca, hükümet aile hekimliği ile beraber Celal gibi yatalak hastalar için Evde Bakım Hizmeti başlattı. Mahallemizdeki merkezi arayıp ziyaret etmelerini rica edebilirsin, demiş. Babam aradı. Üç gün sonra bir doktor ve hemşire geldiler.

 

Fakat doktor bey beni muayene etmek yerine sorular sordu ve elindeki formu doldurdu. Hemşire birkez tansiyonumu ölçtü ve sorun yok dediler, gittiler.

 

Hastaneden çıktığımızda doktorumuz bir ay sonra kan tahlili yaptırın, demişti. Babam yine kan almaları için evde bakım merkezini arayıp randevu aldı. Fakat bir hafta geçmesine rağmen arayıp soran bile olmadı. Babam gidip durumu aile hekimimiz Gülcan hanıma anlattı. İsa amca, 250 bin nüfuslu semtimizde binlerce yatalak hasta var, sanırım yetişemiyorlar, gelirler demiş.

 

Ertesi gün öğlen arasında hemşiresiyle birlikte Gülcan hanım bize geldi. Sohbet ederek güzelce muayene etti. Hemşire hanım üç tüp kan aldı. Binlerce hastası olan ve bunca meşguliyetinde öğle arasında dinlenmek yerine hastasına gelen Gülcan hanımdan Allah binlerce kez razı olsun.

 

Şimdi bu hastalığım düzeldi. Fakat imtihan bitmedi. Zaten dünya hayatındaki imtihanımızın paydos zili ölümdür. Bu yaz(2012) yine problemli geçti. Üç dört saatten fazla tekerlekli sandalyede oturamıyordum. Babam eylül, ekim ve kasım ayları boyunca kalça arasındaki akıntılı yarayı iyileştiremedi. Denemediği krem, ilaç kalmadı. Sonunda Gülcan hanıma durumu anlatmış. Hocam bu akıntı durmuyor, napacağız, bir yol gösterin, demiş.

 

Gülcan hanım, İsa amca burdaki devlet hastanesinde çok iyi genel cerrahlar göreve başladı. Bir gösteriver, demiş. Genel cerrah İbrahim Elverdi yarayı görür görmez, bu kıl dönmesi, yatış yapalım hemen ameliyat edeyim, dedi.

 

Kasım 2012  sonunda ameliyat oldum. Onbeş gün sonra dikişler alınınca üç saat kadar oturunca yara açıldı. İyileşme süreci uzadı. Açılan dikişler çok yavaş kapanıyordu ve babam çok uğraşıyor ve kafaya takıyordu.

 

Çünkü 2008 de vefat eden Fahri amcamında şekeri varmış ve O da böyle bir yaranın kapanmaması üzerine yapılan ameliyattan sonra vefat etti.

 

Geçtiğimiz 23 ocak Çarşamba gün kapımız çaldı. Babam kapıyı açınca, gelen aile hekimimiz Gülcan hanım ve hemşiresiymiş. Kapsamlı bir muayene yaptı sağolsun. Tansiyon, nabız ölçme, şeker ölçme, sırt dinleme, boğaz iltihabına bakma ve en önemlisi hastaya moral verdiler.

Babam, annem ve beni çok mutlu etti. 250 kişilik dua listeme Gülcan hanımı da ekledim. Özellikle sabah namazlarımda baklava yiyerek yaptığım dualarımda o da var inşallah... (Ağlamak bana baklava gibi lezzetli)


 

'İşini kendin yapıyorsun, sen Müminlerin emirisin’ diyen dosta Hz Ömer'in cevabı: 'Yapınca Ömer'den hiçbir şey eksilmedi.’ Böyle tevazu örnekleri, böyle insanlar günümüzde de var hamdolsun.

 

Babam İsa Çelik, Konya Ereğli müftüsü Yusuf Eseroğlu, Komşum lisede Müdür Başyardımcısı Efkan Vural, aile hekimimiz Gülcan Alaşahin bizzat tevazularına tanık olduğum alçakgönüllü insanlardır. Allah sayılarını artırsın. Zaten bu yazıları kaleme alarak sadece sözle değil, fiili de dua olsun diye bu insanları anlatmayı görev biliyorum.

 

İnşallah bütün doktorlarımız Gülcan Alaşahin gibi mütevazi, bilgili, işine aşık, insan sevgisi ile dolu olur.

 

Celal Çelik              Ankara  ( Konya-Ereğli )

 

27 Ocak 2013 Pazar

Apaçık düşmanımız kimdir?


Apaçık düşmanımız kimdir?

 

Merhum, 38 yaşında gözlerini kaybeden büyük edebiyatçı Cemil Meriç (doğum:1916 Hatay – ölüm:1987 İstanbul) bir röportajında televizyon kültürünü soran gazeteciye şöyle yanıt verir:

 

Televizyon kültür diye bir mefhum tanımıyorum. Televizyon, aylak, şuuru iğdiş edilmiş, hiçbir zaman okumak ve düşünmek alışkanlığı kazanmamış sokaktaki adam için icat edilmiş bir nevi afyondur.


Televizyon, şuurdaki son pırıltıları da yokeden bir cehennem makinesidir. Kişiyi gerçek hayattan koparan ve bir hayal dünyasında yaşatan hissi bir istimna...


Tam bir kaçıştır televizyon. Yokluğa, boşluğa, şuursuzluğa açılan bir kapı... Bu korkunç tiryakilik, kurbanını batılılaştırmaz, batırır.


Kültürün dün de, bugün de, yarın da tek taşıyıcısı vardır: Kitap. Hiçbir düşünce emeksiz fethedilemez. Şahikalar ancak dikenli patikalardan tırmanılabilir. Tefekkür, sürekli bir cehdin hak edilmiş mükafatıdır.

 

Kısaca televizyon kültür, kültürle münasebetlerini kesmeye karar verenlerin uydurduğu bir yalandır.

 

Batının bütün fuhşiyatını haremimize taşıyan bu kanalizasyonun hayırlı bir işe yarayacağını ummak büyük bir iyimserlik olur. Sirenlerin şarkısı çok malum bir hayal...Televizyonu dinlerken şuurumuz yarı uykudadır. Bu itibarla seslerin ve renklerin cümbüşü ile bir kat daha sarhoşlaşır ve kendimizden geçeriz.

 

Eskiler ‘medenileşmek frengileşmekdir’ (La civilisation dest la syphilisation) demiş. Televizyonun cömertçe dağıttığı medeniyet de bu çeşit bir medeniyet.

 

Ben genelde radyo dinliyorum. Güzel müziklerle ruhumu dinlendiriyor, Faydalı sohbetleri dinleyerek ise bilgileniyorum. Saat başlarında radyoda haberleri de dinlediğimden televizyonu genelde çok az açıyorum. Sadece haftada bir gece Real Madrid maçını seyretmek için açarım. Maç izlerken sürekli salavat söyleyip zikir sevabı da alıyorum inşallah.

 

Geçen gece televizyonu açtım. Kanalları dolaştım. O kadar çok çeşitli programlar vardıki. Bazı dizilere, yarışmalara baktım. Bana kattığı hiçbir değer olmadı. Dizilerde günlük hayatta görmediğimiz insan tipleri. Yarışmalardaki sorular bile genelde bilinen şeyler ve şöyle çarpıcı bir bilgi veren soruya rastlamadım.

 

Ama gerçekten de Cemil Meriç’in dediği gibi televizyon bir afyon. Öyle bir uyuşturuyor ki kapatma düğmesine basmadan bırakamıyorsunuz. Dünyaya geldiğimizde bize verilen çok değerli ömür sermayesi vaktimiz heba oluyor.

 

Kanalın birinde “Şanslı Masa” diye bir program vardı. Seyredenleriniz mutlaka vardır. Bir kafeye oturmaya gelen iki kişiden biri gizlice çağırılıyor ve kulağına karşısındaki görmeyecek şekilde bir kulaklık takılıyor. O kişiye kulaklıkla garip talimatlar veriliyor.

 

Başlıyor tuhaf tuhaf hareketlere ve kulaklıkla gelen talimatları yapmaya. Arkadaşı şaşırıyor ve kızıyor. Ama sevdiği için katlanıyor. Tüm talimatları yapıp karşısındakini kafede, bazen garip dansa, bazen yüksek sesle taklite veya daha değişik şeyleri yapmaya ikna eden ve yaptıran para ödülü kazanıyor.

 

Herneyse programı izleyince, o kulaklıkla verilen talimatlar bir çağrışım yaptı. Hani müslüman herşeye ibret nazarıyla bakar ya...

 

Allah kutsal kitabımız Kuran’da bir çok ayette, şeytanı dinlemeyin, diyor biliyorsunuz. Kuran’da şeytanla ilgili 133 ayet vardır. Mesela şu ayet:

 

“Ey Âdemoğulları! Ben, size, şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.

Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur, diye emretmedim mi?

Andolsun, o sizden pek çok nesli saptırmıştı. Hiç düşünmüyor muydunuz?”

(YASİN Suresi, 60.61.62. ayetler)

 

Bizler şeytanı, maddi varlığı olmadığından tanımıyoruz. Onun içinde aldanabiliyoruz. İnsanın aklına gelen kötü düşünceler, hayaline gelen kötü dürtüler şeytanın fısıltılarıdır. Program hakkında yazmayacağım. Yanlış anlamayalım. Sadece orada kulaklıkla gelen sesleri uygulayan insanlar bana şeytanı hatırlattı.
 
 
Şeytanda aynen o kulaklık sahnesi gibi kulağımıza kötü şeyler fısıldıyor. Fakat bizler o düşünceyi hemen uyguluyoruz. Halbuki zihnimize düşen o vesveselerin şeytandan olduğunu bilsek kendimizi kontrol edeceğiz.

 

Bakın mesela şeytan insanı hangi sözlerle kandırıyor?:

- Bir defayla bir şey olmaz.

- Daha genciz, hayatımızı yaşamalıyız.

- Benim kalbim temiz.

- Allah ile kul arasına girilmez.

- Emekli olduktan sonra başlarım.

- Zaman size değil siz zamana uyun.

- Bir şey olmaz, Allah affeder.

- Bu kadar günahtan sonra biraz zor affedilirsin.

- Fazla düşünme kafayı yersin.

- Cehennemde bir süre yandıktan sonra nasıl olsa cennete girmeyecek miyiz? (Sanki kibrit çöpünün ateşine dayanabiliyormuş gibi…)

- Biz büyüklerimizden böyle gördük.

- Aman dikkat, sizin de beyninizi yıkamasınlar.

- Aşırı gitmemek lazım canım!

- Kendini kimseye belli etme, ibadetini evinde gizli yap.

- Sen bu kafayı değiştir. Hangi devirde yaşıyoruz arkadaş!

 

Bu düşünceler şeytani sözlerdir. Fakat bazı insanlar bu sözleri toplumda yayarak şeytana yardım ediyorlar. Mesela hayatında hiç sigara içmeyen bir gence, arkadaşı: ‘Aman ya, bikereden bişey olmaz’ diyerek bazen bilerek ya da bilmeyerek şeytanın ekmeğine yağ sürüyor.

 

Şeytandan korunmanın yolları çoktur. Google’a şeytandan korunma yolları yazsak pek çok sonuç çıkar. Yazıyı çok uzattım. Kısaca:

 

“Eğer şeytandan sana bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki, Allah Semi’-Alimdir.” (A’raf Suresi, 200)

 

Bu ayetteki Rabbimizin emrince “Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm” deyip bir kötü düşünce geldiğinde kovulmuş şeytandan Allah’a sığınmalıyız.

 

Günahlar kire, tövbe ise bunları yıkayan deterjana benzer. Günahına samimi tövbe eden kimse, günahı olmayan kimse gibidir.

 

Takva ile yaşayan bir Hak dostu şöyle der: “Harama bakmakla cünup olan gözlerine, gözyaşı ile gusül yaptır.”

 

TÖVBE VE GÖZYAŞIMIZLA ŞEYTANI DELİ EDELİM İNŞALLAH…

 

 

Celal Çelik              Ankara  ( Konya-Ereğli )

 

23 Ocak 2013 Çarşamba

Okumayı sevdirmek için ÖNERİ


Okumayı sevdirmek için ÖNERİ
 
   Allah’ın Kuran’da ilk emri “Oku!” olmasına rağmen ne yazık ki okumuyoruz. İnternette yaptığım araştırmada şu bilgiye rastladım. Türkiye kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde kalmış durumda.

» Japonya'da toplumun % 14'ü,
» Amerika'da %12' si,
» İngiltere ve Fransa'da % 21'i düzenli kitap okur iken,
» Türkiye'de durum % 0, 01 yani on binde bir.
» Toplam nüfusu sadece 7 milyon olan Azerbaycan'da bir kitap ortalama 100.000 tirajla basılırken, Türkiye'de bu rakam 2000- 3000 civarında basılmaktadır.
» Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Rapor'unda kitap okuma oranında Türkiye, Malezya, Libya ve Ermenistan gibi ülkelerin bulunduğu 173 ülke arasında 86. sıradadır.

BİR YILDA KİŞİ BAŞINA OKUMA SAYILARI:

» Bir Japon bir yılda ortalama 25 kitap okuyor
» Bir İsviçreli bir yılda ortalama 10 kitap okuyor.
» Bir Fransız bir yılda ortalama 7 kitap okuyor
» Türkiye'de 6 kişiye yılda 1 bir kitap düşüyor.
Türkiye'de okuma alışkanlığına sahip olan kişi sayısı ortalama 40 bin kişi - NÜFUSUMUZ 74 milyon olmasına rağmen 40 bin kişi.

 

Kimi yazı ve hikayeler beni öyle etkiliyor ki, bazen ağlıyorum, bazen gülüyorum, bazen de ibret alıyorum. Beni etkileyen bu güzel yazıları kitap okumayı sevmeyen sevdiğim insanlara okutuyorum. Normalde gazeteyi bile yüzeysel okuyan babacığım, bu yazıları sonuna kadar zevkle okuyor. Kimi zaman okurken gözyaşını tutamıyor.

 

Bunu gözlemleyince şu düşünce aklıma geldi: Aşağıda bir örneğini verdiğim bunun gibi kısa ve etkileyici hikayeler bir broşür şeklinde bastırılabilir. Belediye otobüsleri, tren, vapur, metro, uçak, şehirlerarası otobüs gibi toplu ulaşım araçlarında dağıtılabilir.

 

Bu broşürler parlak ve kuşe kağıda güzel bir baskıyla basılabilir. Mesela A4 kağıdı boyutunda ama ikiye katlanmış şekilde olur. Böylece arkalı önlü dört sayfa gibi olur. Hikayeler resimlerle de süslenebilir. Görsellik, hikayelerin daha çok okunmasını sağlar.

 

Bu broşürleri belediyeler, reklamlarıyla beraber sponsorlara hazırlatabilir. Hikayelerde kullanacağı resimleri ise, halk eğitim merkezlerindeki resim kursiyerlerine yaptırabilirler. Hikayeler belli olduktan sonra resim kurslarından hikayeye uygun resimler çizilmesi istenebilir. Böylece kurslarda çizilen resimler değerlendirilmiş olur.

 

Halkımız kısa mesafelerde yapılan yolculuklarda broşürleri okuyarak vakitlerini daha güzel geçirmiş olurlar. Hem yolculuk çabuk geçer hem de okumayı severler. Mesela aşağıdaki hikayeye acizane ben internetten resimler buldum.

 

Celal Çelik              Ankara  ( Konya-Ereğli )

*********

DEDE  VE  YETİMLERİ

Fırına geldiğimde ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan fırıncı,"Biraz bekleyeceksin hocam," dedi.

   " İki-üç dakikaya kadar çıkartıyorum."

   Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken, içeriye yaşlıca bir adamın girdiğini gördüm. Eskimiş ceketinin sol yakası altında bir madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu. Selam verdikten sonra, fırıncının tezgahına yaklaşarak, "Ekmeklerimi alayım," dedi.

   "Benim ikizler acıkmıştır."

   Fırıncı, adamın kendisine uzattığı torbayı alarak tezgahın altına eğildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan ekmeklerden dört-beş tane çıkardı. Ben o arada oturması için kendi yerimi o adama vermiş, tezgahın yanına iyice yaklaşmıştım. Ekmeklerden birkaç tanesinin şekli değişmiş, katılaşmış, taş gibi olmuştu.

   Fısıltı şeklinde fırıncıya sordum.

   "Neden taze ekmeği beklemesini söylemiyorsun? Biraz sonra çıkacak ya!.. "
   "Bayat ekmekleri kendisi istiyor." dedi fırıncı. "Çok fakir olduğundan, ona yarı fiyatına veriyorum."

   "Kim bu adam?"diye sordum.
   "Kore gazilerinden " dedi. "Oğluyla gelini bir trafik kazasında vefat edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır onlara bakıyor, hem de çok az bir maaşla."

   Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını hissediyor ve ufak da olsa bir şeyler yapmak istiyordum.

   "Aradaki farkı ben vereyim," dedim. "Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler."

   Fırıncı, teklifimi kabul etti ve biraz sonra da, fırından yeni çıkan taze ekmekleri adamın torbasına doldururken şekli bozuk, bayat ekmekleri de tezgahın altına koydu.
 
   "Çok şanslısın hacı amca," dedi. Çocuklar için sana bugün pasta gibi ekmek vereceğim."

   Yaşlı adam, bir evlat sevgisiyle kucakladığı torbayı göğsüne bastırırken “Allah, senden razı olsun evladım" dedi.

   "Bugün onların doğum günü olduğunu nereden biliyordun?"



...

19 Ocak 2013 Cumartesi

Büyüklerde, büyüklüğün alâmeti TEVAZU


Büyüklerde, büyüklüğün alâmeti TEVAZU

 

     ... Zaten büyüklerde, büyüklüğün alâmeti tevazu; küçüklerde küçüklüğün alâmeti ise, gurur ve tekebbürdür diyor bir büyük islam alimi ...  

 

Büyüklüğün alâmeti tevazudur denilince, şu an aklıma Konya Ereğli müftüsü Yusuf Eseroğlu hocam ile yaşadığım bir anı hatırıma geldi.

 

Ben emekli olduktan sonra memleketimiz Konya Ereğli’den bir ev aldık. Yazları üç dört ay memleketimizde kalıyoruz. Ereğli’de fazla yokuş olmadığı için, şehrin tarihi ve en büyük camisine akülü sandalyemle Cuma namazlarına gidiyoruz. Sandalyemle caminin içine giremesem de, yazları geniş avluda namaz kılıyorum.

 

Hutbeleri çok etkili bulduğum için birkaç hafta sonra babama Ulu Caminin imamı Hasan Çınar hocayla tanışalım mı, dedim. Cumadan dağılırken akülü arabamla cami kapısına yanaştım. İmam odası kapıdan görülüyordu. Babam Hasan hocayı çağırmaya gitti. Namaz biter bitmez ayrıldığını söylemişler.

 

Soran adam, babam beni anlatınca hemen yanıma geldi. Görünce hemen tanıdım. Yerel televizyonda izlediğim Ereğli müftüsü Yusuf Eseroğlu hocaydı. Uzun boyuyla heybetli ve vakar duruşu heyecandırdı.

 

Merhaba kardeşim, dedi. Ben kendimi tanıttım ve yerel televizyonda izlediğimi ve sohbetinden çok istifade ettiğimi söyledim. Celal kardeşim şu an acele gitmem gerekiyor, fakat inşallah müftülüğe gelirsen sohbet ederiz, bir çayımı iç, dedi. Yanımda bulunan müzik Cdsini hediye ettim. Teşekkür etti.

 

Bir an duraksadı, haa Celal kardeşim müftülük ikinci katta ve asansörümüz yok ama Sen çıkamazsan da inşallah ben aşağı inerim, dedi.

 

Aradan bir ay kadar geçti. Bir gün babama hadi müftüyü ziyarete gidelim, dedim. Yanımıza, okullar kapanınca Ereğliye gelen yeğenim İrem’i de alarak müftülük binasına gittik. Müftülük eski bir binaydı ve çok dik merdivenle çıkılıyordu. Babam yukarıya haber vermeye çıktı.

 

İrem ve ben sokakta bekliyorduk. O zaman hac kayıtları vardı. Müftülüğe girenler, çıkanlar, epey kalabalıktı. Biran, bunca yoğunlukta herhalde gelemez diye düşündüm.

 

Babam aşağı indi, müftü bey birazdan gelecek, dedi. Sevindim. Müftü bey geldi. Binanın altında müftülüğe ait kilitli bir ofis vardı. Orayı açtırdı, karşılıklı oturduk ve çay söyledi.

 

İrem’e de meyve suyu getirtti. Çay içerken yirmibeş otuz dakika güzel bir sohbet oldu. Yusuf hocam yıllarca bana baktığı için babamı tebrik etti. Dedi ki, zaten Kuran’da Allah, ana babaya öf bile demeyin, diye emrediyor. Fakat, ana babalar evlatlarınıza iyi bakın, diye hiç ayet yok. Çünkü evladımıza bakmak insanın genlerinde var. Allah insanı o fıtratta yaratmış.

 

Değerli müftümüz Yusuf Eseroğlu hocam sohbet sonunda imzalayarak bir islam ilmihali kitabı hediye etti. Dörtten beşe geçen yeğenim İrem’e CDli Kuran elifbası hediye etti, nasihatlerde bulundu.

 

Yusuf hocam, ‘Hocam bu yoğunlukta vakit ayırdınız, teşekkür ederim, sizi fazla meşgul etmeyeyim’, demeden önce kesinlikle kalkmaya teşebbüs etmedi. Peki Celal kardeşim yine beklerim, dedi. Babam sandalyemle beni seyyar rampa ile arabaya bindirene kadar yukarı çıkmadı. Allah razı olsun.

 

Gerçekten büyüklerde, büyüklüğün alâmeti tevazudur sözüne yakışan bir insan, bir yönetici, bir kamu yetkilisi böyle olmalıdır.

 

Bütün kamu yöneticileri keşke böyle olsa. Kaymakamlar, valiler, belediye başkanları halkın içine karışıp beraber çay içip sohbet etseler keşke... Keşke ramazanda fakirlerin evlerine gidip bir kuru fasulye de olsa yiyerek iftar etseler, onları sevindirseler...

 


Allah bizi şeytana nefsimize uydurup kibirlenenlerden eylemesin...

 

Celal Çelik              Ankara  ( Konya-Ereğli )

 

16 Ocak 2013 Çarşamba

Büyük marketlere çağrı


Büyük marketlere çağrı

 

Biliyorsunuz yurdumuzda pek çok sivil toplum yardım kuruluşu faaliyetlerine devam etmektedir. Milletimizin genlerinden gelen üstün merhamet ve şefkat duygusu onca badireye rağmen hala canlıdır.

 

Kızılay, Kimse Yok Mu, İHH, Deniz Feneri, Yardımeli ve Cansuyu gibi yardım dernekleri büyük özveriyle çalışmaktalar. Onlar, Efendimizin sav. “Hayıra vesile olan yapan gibidir” hadisiyle ibadet aşkıyla hizmet ediyorlar. Allah hepsinden ebediyen razı olsun.

 

Geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı öncülüğünde Suriyedeki mağdur halk için bir yardım kampanyası başlatıldı biliyorsunuz. Milyonlarca lira toplandı. Suriyeye ve sınırımızdaki kamplara tırlarla gıda ve giyecek yükleyip gönderildi. Allah sebep olanlardan ve milletimizden razı olsun.

 

Ben geçtiğimiz kasım ayında küçük bir ameliyat oldum. Zaten tekerlekli sandalyedeyim. Hastalık içinde hastalık. Hamdolsun bugünüme. Ben hayatım boyunca faydalı olabilmek için uğraştım. Çalışırken de, emekli olunca da gönderdiğim mailler ve yazdığım yazılar, hep bu hizmet aşkımdandır.

 

Hastalığım ilerliyor. Ömür çok kısa. Bu yazıda da anlatacağım acizane bir öneridir. Efendimizin sav. “Hayıra vesile olan yapan gibidir” hadisindeki gibi hayıra vesile olmak tek gayem...

 

İki aydır evde yatıyorum ve bol bol düşünme fırsatı buluyorum. Televizyon ve radyolarda yardım kuruluşlarının reklamlarını görünce Rabbim aklıma bir fikir getirdi.

 

Efendim lafı çok uzattım. Düşündüğüm fikir şu:

Babam Cuma namazına götürdüğünde görüyordum ki halkımız çok inançlı ve cömert, fakat SMS ile yardım yapmayı sevmiyorlar. Genelde yardımı peşin vermeyi seviyorlar. Bir de fakir olsalarda, cami çıkışında en azından bozuk para atıyorlar.

 

Büyük alışveriş marketlerinin bir reyonu tamamen yukarıda saydığım yardım kuruluşlarına ayrılabilir. Orada broşürler, afişler, kitapçıklarla yardım yapılan yerlerle ilgili resimler ve bilgiler verilebilir. Reyonda yardım paketlerine ait birer kart olur. Ve üzerlerinde kaç lira olduğu ve paket içeriği olan liste yeralır.

 

Ama çok çeşitli yardım paketleri yeralır. 1 tl den 10 tl hatta 50 tl ye kadar paketler olabilir. Mesela 1 tl paket sadece para yardımıdır. 5 tl paket çay, un pirinç paketidir. Bunu sadece örnek yazdım. Yardım etmeyi seven fakat Cuma namazına gidemeyenler de sadaka verme şansı bulur böylece...

 

Reyondan sadece istediğimiz pakete ait bir kart alırız. Ve sepete atarız. Aslında bunlar yardım kuruluşlarından peşin alınır ve az bir kar eklenip ticaret malı gibi satılır. Böylece yardım kuruluşları yardımları peşinen toplar ve ihtiyaç sahiplerine ulaştırır. Bunları satan marketler ise hem hayıra vesile olmuş olur hemde para kazanırlar. 


Bu kartların üzerinde normal bir market ürünü gibi barkodlanmış fiyat bilgisi olur ve kasada mesela xxx yardım kuruluşu paket2 = 5 tl olarak faturaya girer.

 

Market girişine büyük afişlerle bu yardımların dini önemi de anlatılırsa inşallah halkımız bu olaya büyük teveccüh gösterecektir. Mesela afişin birinde “Sadaka başa gelenide, gelecek olan belayı da def eder” hadisi yazılabilir.

 

O yardım paketlerinin 1 tl olan kartlarından kasa etrafında da olabilir. Diyelimki kasada ödememiz gereken tutar küsüratlı olduğunda 1 tl yardım kartı eklettirebiliriz. Mesela 74 tl yi 75 tl yaparız. Yine kasa etrafında o afişlerden olur. Der ki “Kendinizi yarım hurma dahi olsa ateşten koruyun diyor Hz Muhammed sav. 1 tl yardım etmez misiniz” gibi.


 

Bir de o büyük marketler kampanya yapabilir. Yine afişlerde hadisler ve 75 tl alışveriş yapana 5 tl yardım paketi gibi... veya yardım kuruluşları teşvik amaçlı kampanya yapabilir. 10 tl lik yardım paketi alana bir kitap hediye gibi. Aslında böyle güzel işlere vesile olduğu için Allah o marketin de bereketini artırır.

 

Aslında bu fikrin ne kadar uygulanabilir ve denetlenebilir olduğunu konuyla ilgili devlet kuruluşları daha iyi karar verirler inşallah.

 

Bu yazıyı okuyan sizler, bu fikiri daha çok geliştirebilirsiniz eminim. Bu yazıyı yazma amacım sadece faydalı olabilmek ve Allah rızasıdır.

 

 

Celal Çelik              Ankara  ( Konya-Ereğli )

 

12 Ocak 2013 Cumartesi

Siz de bunun için mi Cuma’ya gitmiyorsunuz?


Siz de bunun için mi Cuma’ya gitmiyorsunuz?

 

Emekli olduktan sonra şeker koması gibi bir çok rahatsızlık yaşadım. Allah anne babamdan razı olsun bana bebek gibi bakıyorlar. Sürekli eve hapis değilim hamdolsun. Mayıs 2012 de Ankara’dan erkek kardeşime Şanlıurfa’ya gittik. Torunları yani yeğenlerimi çok özlemiştik.

 

Babam emekli olduktan sonra beni tekerlekli sandalyemle girişi kolay olan camilere Cuma namazlarına götürüyor sağolsun. Cuma günü Şanlıurfa’da namaza gitmek istedik. Yengem girişi düz olan camiyi tarif etti.

 

Babam beni seyyar rampa yaptırdığı geniş arabamızla camiye getirdi. Gerçekten girişi düz olduğu için kolayca camiye girdik. Camiye girerken tozlanan tekerleri, babam getirdiği nemli bezle güzelce sildi.

 

O sırada caminin imamı yanımıza geldi. Asık suratla bize söylenmeye başladı:

-“Kardeşim bu arabayla buraya girilir mi? Tuvalete falan giriyorsunuz…”

Babam:

-“Hocam bu sandalyeye sadece evin içinde biniyor. Arabadan camiye girene kadar tozlanan tekerleri sildim. Zaten hemen kapının yanında kılacak.”

İmam söylenerek gitti. Bizde cumayı kılınca hemen çıktık. Ki normalde Cuma namazını uzun kılar ve çok dua ederdim.

 

Cem Karaca'nın sağlığında anlattığı anısında diyor ya: “Yedi yaşlarında camiye gittim. Dizimde ağrı olduğu için bir ayağımı uzatmıştım. Birden yaşlı bir adamın ayağıyla ayağıma vurmasıyla irkildim. Sonra haşin bir ifadeyle 'utanmıyor musun, Allah'ın evinde ayağını uzatmış oturuyorsun, kalk' gibi sözlerine muhatap oldum. Kalktım ve ancak yetmiş sene sonra camiye dönebildim.” Ben de malesef Urfa’da bulunduğumuz diğer Cuma günü namaza gitmedim.

 

Şimdi bu olumsuz tutum, bana bu olaydan bir ay önceki iyi davranışı hatırlattı. Ülkemizde hamdolsun çok değerli hocalar da var.

 

Nisan 2012 de kız kardeşimgilin yaşadığı Çorum’a gitmiştik. Perşembe akşam enişteme yarın Cuma namazı için uygun düz girişli bir cami var mı? Dedim. Eniştem Cuma öğlen ben okuldan gelince evin yakınındaki camiye gideriz, inşallah avluda kılabilirsin, dedi.

 

Cuma, babam tekerlekli sandalyeyi iterek evin yakınındaki camiye geldik. Fakat hutbe dışardan duyulmuyordu, hoparlör kapalıydı. Eniştem imama  gidip durumu anlatınca imam camiden çıkıp yanımıza geldi, tebessüm ederek bize:

 

-Şehrimize hoş geldiniz. Olur mu dışarıda kılmak? Lütfen camiye buyrun, dedi. Babam, hocam merdiven var deyince cemaatten dört beş kişi çağırdı. Beni, hocanın ve cemaatin de desteğiyle tekerlekli sandalyemi elleşerek kaldırarak beş altı basamak çıkartıp caminin kapısına bıraktılar. Allah razı olsun.

 

Babam bezi çıkarıp tekerleri silmeye başlayınca hoca, amca bi dakika dedi. İçeriden bir seccade getirdi. Amca bu eski bir seccadedir, namaz kılınmıyor, bunu tekerlerin altına serelim, dedi.

 

O sırada ben babamdan bir selpak istedim. Hoca duydu ve amca dur dedi. İçeri gitti bir tomar peçete ve ıslak mendil getirdi. Babam, Allah senden razı olsun hocam, dedi. Hoca gülümseyerek gitti.

 

Bir ay içinde iki Cuma namazı, iki farklı yaklaşım. Allah bütün hocalarımızdan razı olsun. Hepsinin niyeti iyi, fakat keşke daha yumuşak sözlerle gönülleri fethetseler.

 

Celal Çelik              Ankara  ( Konya-Ereğli )