28 Ocak 2015 Çarşamba

Dünyayı Sen mi Kurtaracaksın?


Dünyayı Sen mi Kurtaracaksın?


 

Anlamıyorlar. Evet anlamıyorlar. Herzaman söylüyorum. Yıllar önce o yaşadığım beşeri aşk, 2003’ten itibaren ilahi aşka dönüştü...

 

Yıllar önce arkadaşlarımla her konuşmamda o kızdan bahsederdim. O şöyle baktı, şöyle gülümsedi, şunu söyledi. Beni sordu mu gibi herkese ondan bahsederdim. 

 

2003’te Kuran’ın Türkçe mealini düşünerek okumam ve gerçeğin farkına varıp uyanmamla birlikte, o aşk, ilahi aşka dönüştü. O yaşadığım aşk, şimdiki ilahi aşkımın bir stajıydı.

 

Şimdi, her konuştuğum kişiyle sözü hep Sohbet-i Canan’a getiriyorum. Yani, Allahu Teala ve Peygamber Efendimiz’den SAV bahsediyorum.  

 


Mevlana Hazretleri karga ve kaz gibi iki farklı kuşun beraber uçarak, beraber vakit geçirdiklerini görünce sebebini merak eder ve kuşları inceler. Ve farkeder ki, ikisi de topaldır.

 

Bunun üzerine Mevlana Hazretleri der ki:

“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.” 

 

Evet sanırım fakirin ilahi aşkını hissedemiyorlar ve sonuçta beni anlayamıyorlar.

 

Nefis ve Yalan Dünyanın cazibesine kapılmış, ölümü, ahireti, hesabı unutan gafletle uyuyan insanlar, benim gibi gerçeği görüp uyansınlar diye, yazılar yazıyorum. (Şu an 251 yazı) 

 

Benim ilahi aştan gelen bu çabalarımı gören çoğu kimse şunu diyor: “Celal, bırak herkese namazı anlatmayı... Dünyayı sen mi kurtaracaksın? , bırak herkesin aklı, fikri var...” 

 

Evet benim yaptığım, tam da bu aslında. Akla kapı açıp, İnsanların düşünmelerini sağlamak... Zaten Cenab-ı Hak Kuran’ında, Dinde zorlama yoktur, Dünyayı imtihan etmek için yarattık, diyor.  

 

Çünkü, Cenab-ı Allah nasip ederse, duyulan veya okunan tek bir cümle gaflet perdesinin kalkmasına neden olur.

 

O güne kadar duyduğunuz eksiklik, belki de o cümlenin içinde saklıdır...        

 

Bana, yazılarından etkilenip namaza başladık, imanımız artıyor, şeklinde teşekkür mailleri geliyor.  Allah’a binlerce hamdolsun, naçizane fakiri böyle hayırlara vesile ettiği için... 

 

Hislerime tercüman olan, çok bilinen şu meşhur hikaye ile yazımızı bitiriyoruz:

 



DENİZ YILDIZININ HİKAYESİ

Bir Adam Okyanus Sahilinde Yürüyüş Yaparken,
Denize Telaşla Bir Şeyler Atan Birine Rastlar.
Biraz Daha Yaklaşınca Bu Kişinin,
Sahile Vurmuş Denizyıldızlarını Denize Attığını Fark Eder Ve


"Niçin Bu Denizyıldızlarını Denize Atıyorsun ?" Diye Sorar.
Topladıklarını Hızla Denize
Atmaya Devam Eden Kişi,
"Yaşamaları İçin" Yanıtını Verince,
Adama Şaşkınlıkla
"İyi Ama Burada Binlerce Denizyıldızı Var. Hepsini Atmanıza İmkan Yok.
Sizin Bunları Denize Atmanız Neyi Değiştirecek Ki ?" Der.


Yerden Bir Denizyıldızı Daha Alıp Denize Atar,
"Bak Onun İçin Çok Şey Değişti," Karşılığını Verir.  

 

 

Celalin Penceresinden

 

 

25 Ocak 2015 Pazar

Mesele Doktor Olmakta Değil


Mesele Doktor Olmakta Değil


 

Bazen bu konuda yazayım diye duyduğum, seyrettiğim bir haberi, okuduğum bir cümleyi akıllı telefonuma not alıyorum ki unutmayayım... 

 

Bu yazıda inşallah, iki yıl önce notunu aldığım bir haber üzerinden bir gerçeği hatırlayacağız.

 

27 Eylül 2013’teki Haber şu:

 

Ankara’da özel hastanede görev yapan biri profesör diğeri doktor iki şüphelinin de aralarında bulunduğu 16 kişi, operasyonlar sırasında gözaltına alındı. İhtiyaç sahiplerinden 10-15 bin TL’ye satın alınan organları, 25-30 bin liraya satan çete üyelerinin, bu yolla yaklaşık 1 milyon liralık gelir elde ettikleri tespit edildi.

 


 


Yani, iki doktorun insanların organlarını satan bir organ mafyasının çete üyesi oldukları iddiası... Hem de doktorun birisi profesörmüş.  

 

Bu haberi okuyunca şunları düşündüm:

 

- Bir insan çocuğunu ta ilkokulda niye dershaneye gönderir?

- İyi bir lise kazanması için.

- Peki kazandığı o iyi lisede neden dershaneye gönderir?

- İyi bir üniversite kazanması için... Belki de tıp okusun diye.

- Peki insan neden 6 sene tıp okur yıllarca uzmanlık sınavına hazırlanır?

- Rahat bir ömür sürmek için...    Öyle mi olmalı acaba ??? 

 

Küçüklüğümüzden beri duyduğumuz bir söz var: “Oku, doktor, mühendis ol, kendini kurtar”

 

Sahiden doktor olmak asıl gaye mi olmalı? Efendim İslam büyüklerinin sohbetlerinden, okuduğum kitaplardan süzülen bilgilerimi kısaca paylaşacağım. Ben ilim taşıyıcısıyım.  

 


Tasavvufta Dervişin gayesi şu olmuştur; “İlahi ente Maksudi ve rızake Matlubi”

 

Ya Rab benim gaye ve isteğim senin rızandır ; yaptığım ibadet ve taatimin gayesi ne cennet arzusu ne de cehennem korkusudur, diye, Allah’a teslim olmuştur.

 

Bizim de hayatımızın en büyük ve asıl gayesi Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Yani Allah’ın sevgisini kazanmak... Eğer Allah bizi severse cennetine koyar zaten ve cehennemden korur.

 

Neden bize bir iyilik edene “Allah senden razı olsun” diyoruz ; çünkü asıl amacın bu olduğunu atalarımız dilimize pelesenk etmişler, alıştırmışlar.

 

Hayatımızın asıl gayesi Allah’ın rızasını kazanmaktır. Hayatımızdaki diğer tüm gayeler, asıl gayemize ulaşmakta basamak olmalıdır.

 

Mesele doktor, mühendis, mimar olmakta değil. Asıl mesele ahlaklı ve imanlı bir insan olarak o meslekleri yapmak...  Hayatımı anlattığım kitapta inançsız bir doktorun hayallerimi nasıl yıktığını anlatmıştım:

 


 


Benim yazdığım tüm bu yazılar, dualar, sohbetlerimin amacı siz sevdiğim dostlarımı bir an da olsa dünya meşgalelerinden uzaklaştırıp düşündürmek içindir.

 

Ki  inşallah düşününce belki hayatınızda yeni kararlar alırsınız, sadaka gibi, namaz gibi, günahı terk gibi…

 

Neden mi bunu istiyorum? Sizleri çok sevdiğim için. Allah’ın cenneti geniştir. Bu yazıları önce kendi nefsime yazıyorum.

 

İnşallah hepberaber Allah’ın sevgisini kazananlardan oluruz...

 

Allah, hayatımızın asıl gayesini hiçbir zaman unutturmasın. Nefse, şeytana uydurmasın.

 


Allah, hayatımızı rızası dairesinde yaşayıp cennet ve cemali ile şereflenen salih kullarından eylesin, Efendimize SAV Firdevs cennetinde komşu eylesin. Amin

 

 

Celalin Penceresinden

 

 

21 Ocak 2015 Çarşamba

Hastalık Neden ‘Sağlık Nimeti’nin Lezzetini Artırıyor?


Hastalık Neden ‘Sağlık Nimeti’nin Lezzetini Artırıyor?


 

Geçen hafta, Arada, yazılarıma ilham olması açısından Bedizzaman Said Nursi hazretlerinin eseri Risale-i Nur’dan çeşitli bölümleri okur ve üzerinde düşünürüm, demiştim.

 

Bazen hastalığımın verdiği sıkıntılar artınca ‘Hastalar Risalesi’ni okurum. Minik bir kitaptır. Herbiri kısa ama düşündüren Yirmibeş Deva yazısından oluşmaktadır.

 

Geçen hafta olduğu gibi yine Risale-i Nur’dan bir pasaj aktaracağım. Hepsi, insana manevi ilaç olan ve iyi ki hastayım dedirten Hastalar Risalesi’nden, Yedinci Deva’yı paylaşacağım.

 

Acizane iki yıl önce benim gibi engelli kardeşlerim okusun teselli bulsunlar diye ‘Hastalar Risalesi’ni bir blog sayfasında paylaştım.

 


 


Risale-i Nur’un dili biraz ağırdır, derler ama bu risale gayet sade ve anlaşılır. Yine de bazı kelimeleri bilmeyenler olabilir diye, parantez içinde manalarını yazdım.

 

Şimdi, başlıktaki sorunun cevabını aşağıda bulacaksınız inşallah... Okursanız sevinirim:

 

 

                 YEDİNCİ DEVA: Ey sıhhatının lezzetini kaybeden hasta! Senin hastalığın sıhhatteki nimet-i İlahiyenin (sağlıktaki ilahi nimetin) lezzetini kaçırmıyor, bilakis tattırıyor, ziyadeleştiriyor. (arttırıyor) Çünki bir şey devam etse tesirini kaybeder. Hattâ ehl-i hakikat (gerçeği bilen alimler) müttefikan (hepbirden) diyorlar ki: اِنَّمَا اْلاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا yani: "Herşey zıddıyla bilinir."

 

Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet (sıcaklık) anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa, yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet (dert) olmazsa, âfiyet zevksizdir. Maraz (hastalık) olmazsa, sıhhat (sağlık) lezzetsizdir.

 

Madem Fâtır-ı Hakîm (her şeyi bir hikmetle yaratan Allah) insana her çeşit ihsanını (bağışladığı iyiliklerini) ihsas etmek (hissetirmek) ve herbir nevi (türden) nimetini tattırmak ve insanı daima şükre sevketmek istediğini, şu kâinatta çeşit çeşit hadsiz enva'-ı nimeti (sayısız çeşitte nimeti) tadacak tanıyacak derecede gayet çok cihazat ile insanı techiz etmesi (insanları, duygular, hisler, göz, kulak, gönül gibi maddi ve manevi cihazlarla donatması) gösteriyor ki; elbette sıhhat ve âfiyeti verdiği gibi; hastalıkları, illetleri, dertleri de verecektir.

 


Senden soruyorum: "Bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasaydı; sen, başın, elin, midenin sıhhatindeki lezzetli, zevkli nimet-i İlahiyeyi hissedip şükreder miydin? Elbette şükür değil, belki düşünmeyecektin; şuursuz o sıhhatı gaflete (bilmeden o sağlığı boş boş dünya işlerine) belki sefahete (eğlenceye) sarfederdin. (harcardın) " (Hastalar Risalesi – Yedinci Deva) 

Lem'alar ( 209 )

 

 

Celalin Penceresinden

 

 

18 Ocak 2015 Pazar

Bunları ‘Kul Hakkı’ saymıyoruz!


Bunları ‘Kul Hakkı’ saymıyoruz!


 

Herkes şu gerçeği biliyordur eminim: Allah-u Teala, hesap günü kul hakkına karışmıyor. Kendisine ait hakları ise, dilediği kulları için affeder, dilediğine ise ceza verir. 

 

Cenab-ı Hakk’ın biz kulları üzerindeki hakkı nedir diye netten araştırırken şu hadisi buldum:

 

“ ... ‘Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki ve kulların da Allah üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun?‘ Dedim ki: ‘Allah ve Rasulü daha iyi bilir.‘  Buyurdular ki:

 

‘Allah’ın kulları üzerindeki hakkı: Yalnız O’na ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.’... “  (Buhari ve Müslim)

 

Yani, namaz, oruç, hac gibi ibadetlerimizi tamamlayamadan ölürsek, bu hakkını sevip razı olduğu kulları için affedebilir. Allah beni sevsin diye ibadet edip günahlardan kaçıyorum.

 

Bol bol kaza namazı kılıyorum, fakat tamamlayamadan ölürsem, inşallah affolunurum.

 

İnsanların birbirleriyle ilgili her türlü münasebetten doğan haklar, kul hakkıdır. Sadece maddi değil, manevi de kul hakkı vardır ve aslında farketmeden çok kul hakkına giriyoruz. 

 


Hindistan Evliyasından Ferideddin-i Genc-i Şeker hazretleri "rahmetullahi aleyh", bir gün mahallenin gençleriyle sohbet ederken;

 

 Sordular :

- Efendim, kul hakkı sadece maddi şeylerde mi olur?

- Hayır, maddi olmayan kul hakları da vardır, buyurdu.

 

 Misal istediler.

 - Mesela “Gıybet” kul hakkına girer, buyurdu. Ayrıca, “Su-i zan”, “kalb kırmak”, hatta “Mümine sert bakmak” bile kul hakkıdır.

 

Peygamber Efendimiz SAV bizleri kul hakkı konusunda şöyle uyarıyor:

 

“Kim bir kul hakkı yemişse (ölmeden önce) derhal o kardeşi ile helalleşsin. Çünkü (kıyamet günü) dirhem de geçmez, dinar da. Böyle olunca o (hak yiyen) kişinin sevapları alınır, o adama yüklenir. Eğer sevapları yoksa, o hakkını yediği adamın günahları buna yüklenir.”   (Buhari, Rikak, 48 )

 

"Kibri, hıyâneti ve kul borcu olmayan mü'min, Cennete girer."  [Nesâî]

 

Bizler kul hakkını hep maddi şeyler sanıyoruz. Yani hırsızlık yaptı, pişman oldu, geri verdi, helalleşti. Evet tamam çok güzel, o maddi kul hakkından kurtuldu...

 

Peki ama ya farkında olmadan girdiğimiz manevi kul hakları?

 

Radyoda bir alimden şunu dinlemiştim: İnsan bir grup yada cemaat hakkında gıybet yaparsa, o topluluktaki herkesle tek tek helalleşmesi gerekir ki, kul hakkından kurtulsun.

 

Devam ediyor; ille de, o dedikoduyu yapacaksa, bari tümünü katmasın, birkısım, bazısı, desin.

 

Mesela, ‘Bu araplar pis millet’, demesin; ‘Bazı araplar temizliğe pek dikkat etmiyorlar’ , desinler.

 


Şimdi yazıyı uzatmamak için, başlıkta belirttiğim kul hakkı sayılmaz sandığımız kul haklarından bazılarını paylaşmak istiyorum. Eminim sizlerinde aklına daha nice manevi kul hakları gelecektir:

 

- Trafikte çiğnenen kurallar... hatalı sollama ... kırmızıda geçmek....

 

- Öğrenci sınavda kopya çeker, haketmediği notu alır, kopya çekmeyen arkadaşından fazla not alarak onun hakına girer.

 

- İşyerinde patronuna yağcılık yaparak veya arkadaşına çelme takarak haketmeden terfi eder.

 

- Bir işi daha hızlı yaptırmak için biri rüşvet alır, öbürü rüşvet verir.

 

- Babasına kardeşinden daha iyymiş gibi görünerek mirasta daha yüksek pay alır, kardeşinin hakkına girer.

 

- Otobüs beklerken sıraya girer, otobüs gelince herkesin önüne geçer.

 

- Namaz, oruç borcu Allah'adır, fakat zekat borcu toplumsaldır. Zekat vermeyince fakir komşusunun hakkına giriyor.

 

Bunun gibi yüzlercesi...

 


Yine radyoda bir alimden şu dinlediklerim ile yazıyı bitiriyorum: 

 

Ölmeden kul haklarını ödeyip helalleşin. Mahşer günü Allah’ın huzuruna kul hakkı ile çıkmayın. Şayet tövbe etmiş ve hakkına girdiğiniz şahsı arayıp bulamazsanız veya ölmüşse, yakınlarıyla helalleşin. 

 

Ve yine de helalleşmek niyetiyle bol bol sadaka verin. Ve o kişiye çok dua edin...

 

Eğer biz güzel ahlak ve ibadetlerimizle Allah’ı razı edip kendimizi Allah’a sevdirmişsek, namaz, oruç gibi borçlarımız varsa affedebilir... 

 

 

Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlemişse, onun mükâfatını alacaktır. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük yapmışsa, onun cezasını görecektir.

(Zilzal suresi 7,8. ayet)

 

 

 

Celalin Penceresinden

 

 

14 Ocak 2015 Çarşamba

Hz Eyüp’ten (AS) daha fazla hastalıklarımız var!


Hz Eyüp’ten (AS) daha fazla hastalıklarımız var!


 

Arada, yazılarıma ilham olması açısından Bedizzaman Said Nursi hazretlerinin eseri Risale-i Nur’dan çeşitli bölümleri okur ve üzerinde düşünürüm.

 

Geçenlerde, bilgisayarıma indirdiğim Risale-i Nur külliyatında yeralan Lemalar isimli kitabı okuyordum. Bazı cümleler çok etkiledi, zihnimde yankılandı ve düşüncelere daldım.

 


Şimdi, o cümleleri paylaşıyorum, birlikte düşünelim inşallah... Okursanız sevinirim:

 

 

“Hazret-i Eyüb Aleyhisselâm'ın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyüb'den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyüb Aleyhisselâm'ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O münacat-ı Eyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.”  (İKİNCİ LEMA-BİRİNCİ NÜKTE’den)

 

                                                                                                     

Bediüzzaman hazretleri bu İkinci Lema’da Hz Eyüp AS peygamberin duasının yer aldığı ayetten bahsediyor. Ve diyor ki, o duaya, bizler bin defa daha fazla muhtacız.

 

Sabır kahramanı Hz Eyüp AS’ın kıssasını zaten biliyoruz, hastalıklarla imtihan edilir, yıllarca bütün vücudu yaralar içindedir, ama sürekli hep sabretti ve şükretti...

 

Ne vakit o yaralar diline, kalbine ve lisanına zarar verdi, o zaman kulluğunu devam ettirme adına dua edip Allah’tan şifa istedi ve duası kabul oldu. (Enbiya suresi, 83,84. ayetler)

 

“Eyyûb’u da an. Hani o: "Ya Rabbî, bu dert bana iyice dokundu. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın" diye niyaz etmiş, Biz de onun duasını kabul buyurup katımızdan bir lütuf ve ibadet edenlere bir ders olmak üzere, hastalığını iyileştirmiş, kendisine aile ve dostlarını bir misliyle beraber vermiştik.”         (Enbiya suresi, 83,84. ayetler)

 

Yukarıda, Hz Eyüp AS’ın zahiri (dış) yaralarına karşılık, bizim batıni (iç) yaralarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek ondan daha çok yaralarımızın olduğu görünecektir, diyor.



 
PEYGAMBERLER ŞEHRİ ”ŞANLIURFA”

Devamında bunu açıklıyor; işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar. Mesela, dedikodu dinlemek, harama bakmak gibi günahlar...

 

Mesela, Kuran’da namaz beş vakit yazmıyor, üç kılsakta olur, vs. gibi şüpheler... 

 

Bahusus nasılki o Hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle de; bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar.

 

Sonra ekliyor; Hz Eyüp AS’ın yaraları kısacık dünya hayatını tehdit ediyordu, yani en fazla ölebilirdi, ölse bile inşallah cennet bahçelerine giderdi.

 

Fakat bizim o manevi yaralarımız ebedi hayatımızı tehdit ediyor. Şöyle ki, o manevi yaralar imanımızı kaybetmemize neden olabilir. İmansız kabre girenin akibeti ateştir, Allah korusun.

 

        Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.

 

Bediüzzaman hazretleri yukardaki metnin son cümlesinde, o münacata (duaya) Hz Eyüp AS’dan daha fazla bizler muhtacız, diyor. 

 
 



Yazımızı Bediüzzaman Hazretlerinin bu tür vesvese ve şüphelerin yol açtığı neticelere ait verdiği şu örnekleri paylaşıp bitiriyoruz:

 

        Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından (haberdar olmasından) çok hicab ettiği (utandığı) zaman, melaike (melekler) ve ruhaniyatın vücudu (varlığı) ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

 

       Hem meselâ: Cehennem azabını intaç eden (cehennemle neticelenecek) büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennem'in tehdidatını işittikçe istiğfar (tövbe ile af dileme) ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennem'in ademini (yokluğunu) arzu ettiğinden, küçük bir emare ve bir şübhe, Cehennem'in inkârına cesaret veriyor.

 

       Hem meselâ: Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti (kulluk vazifesini) yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden (azardan) müteessir olan (üzüntü duyan) o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed'in mükerrer (Allah’ın defalarca) emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: "Keşki o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi." Ve bu arzudan bir manevî adavet-i İlahiyeyi işmam eden (Allah’a düşmanlığı hissettiren) bir inkâr arzusu uyanır.

 

Bir şübhe, vücud-u İlahiyeye (Allah’ın varlığına) dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket (mahvolma, felaket) kapısı ona açılır. O bedbaht (talihsiz adam) bilmiyor ki: İnkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, (yani ibadet etmemenin verdiği vicdan sıkıntısı azdır) inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müdhiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza.. (ve benzeri)

 

 

 

Celalin Penceresinden