29 Mart 2016 Salı

Rabbimizi Nasıl Tanırız?


Rabbimizi Nasıl Tanırız?

 

Geçenlerde babam oturma odasında biriyle telefonla konuşuyordu. Yüksek sesle konuştuğu için konuşmaları dinlemiştim.

 

Telefondaki kişi hastasına Celal’in dua etmesini istiyordu. Babam tabi eder, Celal herkese dua ediyor, hem engellilerin duasını Allah hemen kabul eder, dedi.

 

Telefonu kapatınca söylemek için yanıma geldi. Tabi ederim baba ama neden engellilerin duası makbuldur biliyor musun, dedim. Hayır neden, dedi.

 

Normal günlerde bir annenin çocuğuna muamelesi nasıldır? Bazen bağırır, bazen terlik :) , Ama çocuğu hastalandığında annenin varolan o şefkati coşar.

 

Battaniyelerle üstünü örtmeler, sıcak tarhana çorbaları, hatta çocuğun canı bişey istese, annesi, kar da yağsa koşa koşa markete giderek alır. Değil mi?

 

İşte annelere o şefkati veren Rabb-i Rahim’imiz, kuluna hastalık verdiğinde, kulu da güzelce sabreder ve şükrederse, rahmeti coşar ve dualarını geri çevirmez.

 

“Nefsini bilen Rabbini bilir.” diye meşhur bir söz var bilirsiniz. Yani insan kendisinde olan özellikleri tanırsa, Allah’ın vasıf, hal ve sıfatlarını tanımış olur. Nasıl mı?

 


ENE

 

Büyük islam alimi Bediüzzaman Said Nursi’nin “Ene Zerre Risalesi” diye bir eseri var.

 

Orada Ene’yi anlatmış; Ene denilen şey, benlik, ego, nefis denen içimizdeki şeydir.

 

“Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi. İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir.”  (AHZÂB suresi - 72. ayet)

 

Ve Bediüzzaman, bu ayeti tefsir ederek ENE’nin her insana doğuştan bu dünyada emaneten verilen şey olduğunu anlatıyor.

 

O emanetin verilmesinin nedeni

 

Ene, gizli hazineler olan Cenab-ı hakkın isimlerini keşfetmemiz için bir anahtar, kainatın açıklaması zor gizli sırlarını açan müthiş bir anahtardır.  

 

Yani kısaca dersek, o ene bize Allah’ı tanımamız için verilmiştir. Hayırda kullanırsak Rabbimizi tanıyoruz. Şerde kullanırsak cehennem kapılarını bize açacak bir anahtar da olabiliyor.

 

Hepimiz gurur, benlik, enaniyet yapmamak için bir gayret sarfetmişizdir. Ama hiç tahmin ediyor muydunuz, bu enaniyet Allah’ın isimlerini açan bir anahtar olacak?

 

Bediüzzaman diyor ki: Rabbimiz insanın eline emanet olarak (evet emanet, ahirette geri alınacak, cennette enaniyet olmayacak) bir ENE vermiştir. O ene’yle Rabbimizin vasıf, sıfat, özelliklerini ve ilahi hallerini anlayabiliyoruz.

 

O ene, bir vâhid-i kıyasî’dir. Bir kıyaslama birimidir. Yani ENE, bir ölçü birimidir. Fakat aslında ene’nin bir varlığı yoktur.

 

Mesela geometredeki ölçüler gibidir. Bir metre, meridyen, kilo, kilometre. Bu ölçüler gerçekte hayalidir. Meridyen diye bir madde var mı?

 

Ene’ye örnekler

 

Ene’de hayali bir ölçü birimidir. Nasıl ki ben şu evin sahibiyim, Rabbim de şu kainatın sahibidir diyerek bir kıyas yapıyoruz. Ama bu sahibiyetlik hayalidir.

 

Çünkü Allah Malik-ül Mülk’tür. Yani mülkün asıl sahibi Cenab-ı Hak’tır. Eğer sahibi biz olsaydık, ev, araba, altın, vs mezara götürürdük.

 

Mesela Rabbimiz Kuran’da ben herşeyi görürüm diyor. Bizdeki görme olmasaydı, bu ayetten hiçbir şey anlamayacaktık. Göz şimdi ne işe yaradı? Rabbimizin Basir (Herşeyi gören Allah) ismini açan bir kıyas birimi oldu.

 

Ben nasıl görüyorum, Rabbim de, Ben herşeyi görürüm, diyor. Ucundan da olsa görmenin nasıl olduğunu anlayabiliyoruz.

 

Ben nasıl ki bu evi inşa ettim, içini dizayn ettim. Rabbim de şu dünya evini inşa edip düzenlemiş, deriz ve hakeza, bunun gibi...

 

Ben insanlara ikram etmeyi, iyilik yapmayı, güzel ve temiz olan herşeyi seviyorum, içimdeki sevgi, cömertlik, sabır, affetmek, dostluk, gurur, iffet, adalet, şefkat, merhamet, aşk, şiddet, öfke gibi binlerce duygular;

 

Mühendislik, doktorluk, mimarlık, aşçılık, ressamlık, yöneticilik, amirlik, siyaset, öğretmenlik gibi binlerce kabiliyetler aslında Rabbimizi tanımak için bize emanet verilen bu ENE’nin mahiyetindendir.

 

Yani bize verilen bu ölçücükler ile Rabbimizi tanıyoruz ve seviyoruz. Rabbimiz Kuran’da ben Alim’im diyor. Ben mesela elektronik teknikeriyim. Ben binlerce bilimden sadece elektroniğin -o da çok az kısmını- biliyorum.

 

Rabbimizin atomun çekirdeğinden galaksilere kadar bütün ilimleri bilen Alim isminin nasıl olduğunu anlayabildim. Yani kendimin bilmesinden kıyasladım.

 

Bir insan ENE’yi sahiplenirse

 

Allah’ın insanları bu dünyaya göndermesinin gayesi ve hikmeti üçtür. Rabbini tanımak, O’na iman etmek ve ibadet etmektir.

 

Allah’a iman etmek için O’nu tanımamız gerek. İnsan tanıdığı şeye inanır. İşte O’nu tanımamız için de her insana ALLAH, emanet bir ENE vermiştir.

 

Eğer insan, eneyi doğru kullanırsa ahsen-i takvime çıkar, cennet müjdesine nail olur. Enenin bir kıyaslama birimi olduğunu ve yani o hayali sahipliğinin aslında Rabbini tanıtmak için olduğunu bilir ve kulluğunu yaparsa eneyi doğru kullanmış olur.

 

Ama emanet verilen o ENE’nin yaratılış hikmetini unutup asıl vazifesini terketse, kendini asıl sahip zannetse, o vakit emanete hıyanet etmiş olur.

 

O ENE çocukken ince bir tel iken mahiyeti bilinmezse, insan büyüdükçe gittikçe kalınlaşır. İnsan vücuduna yayılır. Koca bir ejderha gibi insanı yutar.

 

Enaniyet’in anlamı, herşeyi kendinden bilmektir. Ben yaptım, ben ettim, ben kazandım, vs. diyen şirk’e düşer. Ve şirk (Allah’a icraatinde ortak koşma) Allah’ın asla affetmeyeceği suçtur ve ebedi cehenneme gider.

 

İşte cehennemin Top Ten’lerinden firavunlar, nemrutlar, ebu cehiller, içlerinde Enaniyeti öyle büyütmişler ki, adeta baştan aşağı ENE olmuşlar. Firavun biliyorsunuz, ben sizin en yüce Rabbinizim, demişti. (Naziat suresi 24)

 

Evet söz aynı yere geldi: “Nefsini bilen Rabbini bilir.”

 

Bir annenin itaatkar sevimli evladı hastalandığında, şefkatinden onun her isteğini yapması gibi, Allah’ın da, engellilik verdiği sabreden ve şükreden kulunun duasını neden kabul ettiğini kendimizle karşılaştırarak anladık.

 

Benim Kuran’da heran doğruluğunu hissettiğim ve huzur veren bir ayet var:

 

“… Eğer şükrederseniz nimetlerimi arttırırım…” (İbrahim suresi, 7. Ayet)

 

Geçen dostum Süha Can Facebook’ta küçük oğlunun resmini paylaşmış ve şunu yazmış:

 

“Yeni aldığım bu oyuncağa o kadar sevindi ki, durup durup baba çok teşekkür ederim, seni çok seviyorum, diyor. Onu sevindirmek için yeni sürpriz hediyeler var aklımda, canım oğlum.”

 

İşte insan böylece, kendisindeki duygular ile kıyas ettiğinde, o ayette Rabbimizin neden şükredince nimetleri artıracağını daha iyi anlıyor inşallah…

 
Dostum Süha Can oğlu Ali Deniz'le

Allah, bizi kendisini tanıyalım ve gerektiği gibi kulluk edelim diye yaratmıştır. Bu, Asıl maksada ulaşabilmek için en önemli gayemiz, İslâmiyet'i öğrenip yaşamaktır. Bunun içinde önce Rabbimizi tanımalıyız…

 

Bu konuyu burada kesiyorum, zira yazı çok uzadı.

 

Ben bazen bir yazıya başlayıp bir saat neyi ve nasıl yazayım diye düşünüyorum. Yazıyı yazan kalem, bir sebeptir. İnsan da düşünen canlı bir sebeptir.

 

Nasıl ki yazıyı kalem yazdı, demiyorsak; yaptığımız hiçbir işe ben yaptım gibi sahip çıkmamalıyız ki şirk olmasın. Allah nasip ediyor demeliyiz.

 

Burada benim yorumum veya katkım yoktur. Ben sadece Bediüzzaman hazretlerinin 30. söz eserinden öğrendiklerimi yazdım. Allah ondan razı olsun.

 


Bana bu yazıyı nasip eden Rabbimize hamdolsun. Allah bizleri enaniyetten korusun ki şirke düşmeyelim.

 

 

Celalin Penceresinden

 

 

22 Mart 2016 Salı

Televizyon Hizmetçimdir


Televizyon Hizmetçimdir

 

Televizyon çağımızın en büyük icadıdır. Ama insanı gönüllü esir eden bir uyuşturucudur.

 

Aşağıda Cemil Meriç’in bir yorumunu paylaştıktan sonra, televizyonu nasıl hizmetçimiz yaptığımızdan bahsetmek istiyoruz.

 

Merhum, 38 yaşında gözlerini kaybeden büyük edebiyatçı Cemil Meriç (doğum:1916 Hatay – ölüm:1987 İstanbul) bir röportajında televizyon kültürünü soran gazeteciye şöyle yanıt verir:

 

Televizyon kültür diye bir mefhum tanımıyorum. Televizyon, aylak, şuuru iğdiş edilmiş, hiçbir zaman okumak ve düşünmek alışkanlığı kazanmamış sokaktaki adam için icat edilmiş bir nevi afyondur.


Televizyon, şuurdaki son pırıltıları da yokeden bir cehennem makinesidir. Kişiyi gerçek hayattan koparan ve bir hayal dünyasında yaşatan hissi bir istimna...


Tam bir kaçıştır televizyon. Yokluğa, boşluğa, şuursuzluğa açılan bir kapı... Bu korkunç tiryakilik, kurbanını batılılaştırmaz, batırır.


Kültürün dün de, bugün de, yarın da tek taşıyıcısı vardır: Kitap. Hiçbir düşünce emeksiz fethedilemez. Şahikalar ancak dikenli patikalardan tırmanılabilir. Tefekkür, sürekli bir cehdin hak edilmiş mükafatıdır.

 

Kısaca televizyon kültür, kültürle münasebetlerini kesmeye karar verenlerin uydurduğu bir yalandır.

 

Batının bütün fuhşiyatını haremimize taşıyan bu kanalizasyonun hayırlı bir işe yarayacağını ummak büyük bir iyimserlik olur. Sirenlerin şarkısı çok malum bir hayal...Televizyonu dinlerken şuurumuz yarı uykudadır. Bu itibarla seslerin ve renklerin cümbüşü ile bir kat daha sarhoşlaşır ve kendimizden geçeriz.

 

Eskiler ‘medenileşmek frengileşmekdir’ (La civilisation dest la syphilisation) demiş. Televizyonun cömertçe dağıttığı medeniyet de bu çeşit bir medeniyet.

 

EN TEHLİKELİ SİLAH

 

Televizyon hangi amaçla kullanıldığınıza bağlı olarak iyi bir eğitim aracı ya da bir silah olur.

 

Sonuçta 1915’te düşman bu iman kalesini topla ve tüfekle yıkamayacağını anladı ve çekildi gitti...

 

FAKAT, Çanakkale’den döndükten sonra İngiliz Lordlar kamarasında bir toplantı yapmışlar. O dönemin bir ingiliz gazetesinin yazdığına göre ingiliz komutan demiş ki: 

 

(Elindeki Kuran'ı havaya kaldırarak) “Beyler! Biz bu Kuran'ı yok etmeliyiz. Buna gücümüz yetmezse onları bu kitaptan soğutup ahlakını bozmalıyız... Türkleri ancak ondan sonra yenebiliriz."

 

Acaba söylenenler olmuş mu? Artık bu çağda maddi kılıç kınına girmiştir.

Şimdi en büyük ve tehlikeli silah: TELEVİZYON

 

Saf anadolu gençliğinin ahlakını, hiçbir faydası olmayan, boş, anlamsız dizilerle, yarışmalarla bozdular ve hala bozuyorlar. TV kanallarını yönetenler kimler acaba?

 

Böyle entrika, aldatma, edepsiz konuşmalar olan dizileri ve yarışmaları, sonra magazin programlarında aşk yaşıyorlar diye fuhşiyatı gençlere izletiyorlar. Neden acaba?

 

Sadece Türkiye değil, burda çekilen dizileri Arabistan dahil, bütün ortadoğuya sunuyorlar.

 

Doksanlardan başlayarak toplum değişti. Artık kimse kimseye güvenmiyor, toplumda kin, haset ve suizan çoğaldı. Şeytanın tam sevdiği ortam…

 

Sizce toplumu böyle değiştiren, ahlakını bozan şey televizyon değil mi?

 

Evet canım izlemesinler ne var, diyebilirsiniz. Yukarıda dendiği gibi televizyon öyle bir afyon ki, öyle bir uyuşturuyor ki, başından kalkamıyoruz.

 

Gençler dizilerdeki silahlı veya müstehcen sahnelere özeniyor, kolayca günah işliyorlar.

 

Sonuçta Allah onlara hidayet etmiyor ve sonsuz, ebedi hayatlarını tehlikeye atıyorlar.

 

Neden şöyle Türk geleneklerine uygun, gençlere iyi rol-model olan diziler çekmiyorlar? Gerçi sonradan bozulmazsa birtek Diriliş: Ertuğrul var, son yılların en iyi yapımı…

 

PEKİ NE YAPALIM İZLEMEYELİM Mİ?

 

Geçenlerde gelen bir emailde birisi, bana sağolsun hüsnüzan etmiş, televizyon izlememem için bana nasihat eder misiniz, demişti. Ona anlattıklarımı yazmak istiyorum.

 

Televizyon sizin hizmetinizde olmalı, siz ona esir olmamalısınız.

Kumanda sizin elinizde…

 

Ben sabah namazı ile güne başlarım ve artık uyumam. Böylece akşam erkenden uykum gelir.

 

Ben vaktimi namaza göre ayarlarım ve televizyonu hizmetçim olarak kullanırım.

 

Namaz vakitlerinde sesini kısıp Kabe TV’yi açarım. Zikir yaparken Medine TV’yi…

 

Sabah Dost TV’den 8:10’da dini sohbet programı Hikmet arayışları’nı açarım.

 

Yazı yazarken TV’den uydu radyosundan müzik açarım.

 

Akşam eğer varsa TRT Müzik kanalında sanat müziği dinleyerek ruhumu dinlendiririm.

 

Eğer önemli bir futbol maçı varsa ve erken bitecekse onu izlerim…

 

Bunların dışında TV kumanda açma tuşuna basmam ki, uyuşturmasın, esir olmayayım.

 

Gördüğünüz gibi ben TV’nin kölesi değilim, o benim hizmetçimdir.

 


Çeşitli TV kanallarındaki absürt dizi, yarışma ve evlenme programlarının ismini yazmaya gerek yok sanırım. Arif olan mesajı çoktan aldı zira…

 

Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

 

İki nimet vardır ki insanların çoğu bunlar hususunda aldanmıştır, kıymetini takdir edip onları değerlendirmekten mahrumdur. Bu iki önemli nimet; sağlık ve boş vakittir.” (Buhari, Rikak, 1, 60; Tirmizi, Zühd, 1; İbn Mâce, Zühd, 15; Müsned, 1/344)

 

Sadece televizyon değil, facebookta insanı esir ediyor.

 

Allah, Efendimizin SAV hadisinde işaret buyurduğu, cümlemizin sıhhat ve boş vakitlerimizin kıymetini bilmemizi ve ona göre hayırlı işlerle değerlendirmemizi nasip etsin.

 

 

Celalin Penceresinden

 

 

15 Mart 2016 Salı

Şehitlere Ölü Demeyin


Şehitlere Ölü Demeyin

 

Geçenlerde bir AVM’de gezdik, yemek yedik. Etrafımızdaki masalarda kızlı erkekli gençler koyu muhabbete dalmışlardı. Kızların argo konuşmalarından ben utandım.

 

Gençler bu gelip geçici dünyaya öyle kapılmışlar ki, zanlarınca keyiflerini bozacak şeyleri istemiyorlar. Bu yüzden tekerlekli sandalyedeki beni görmezden geliyorlardı.

 

Diğer masada ise yirmili yaşlardaki genç aşıklar elele çay içip sohbet ediyorlardı.

 

17 ocak 2016’da Diyarbakır Sur’da şehit olan Adana’lı gencecik Uzman Çavuş Uğur Şahin 2 gün önce Facebook’ta şunu paylaşmış. Haberlerde çıkmıştı.

 


“Bizde bilirdik kar altında sevgiliyle gezmesini, fotograf paylaşmasını;

Lakin bizimkisi

memleket meselesi…” yazıyordu.

 

Empati ne demek bilir misiniz? Kendimizi karşımızdakinin yerine koyarak onun duygu ve düşüncelerini hissedebilmeye empati denir.

 

Hani Nasreddin hoca damdan düştüğünde başına toplananlar hekimi çağıralım deyince, “bana damdan düşen birini çağırın” demiş ki, ne yapması gerektiğini sorsun. (Empati)

 

Empati yaparak düşünelim. Sur’da, Nusaybin’de veya başka yerde görev yapan polis ve askerlerimize hiç olmazsa dua ederek destek verelim.

 

Onlar da şimdi elbette çocuklarıyla beraber evde oturup çay içmeyi isterlerdi.

 

Mesela, karşı apartmandaki komşumuz özel Harekȃt polisi bey şu an Diyarbakır Sur’daki görevini başarıyla tamamladı ve Nusaybin’e yeni göreve gitti.

 

Orda çadırda kalıyorlar. Ne için, biz rahat uyuyalım diye…

 
Komşumuz C. bey Diyarbakır Sur'da bir operasyonda

O da, kızının Pazar günkü (13 Mart 2016) YGS sınavında yanında olup moral desteği vermeyi elbet isterdi. Allah onu ve arkadaşlarını sağlıkla sevdiklerine kavuştursun.

 

Şehit Uğur Şahin’de AVM’de nişanlısıyla gezebilirdi. Lakin O vatan dedi uzman çavuş oldu. İsteseydi, Adana’da ailesinin yanında yüzlerce fabrikanın birinde çalışabilirdi.

 

Kardeşim Faik’de Uzman Çavuş iken 1998-2001 arası Şırnak’ta çalışmıştı. Annem operasyonlarda şehit olan askerlerin haberlerini izledikçe hep ağlıyor, hepsine dua ediyordu.

 

Yazımızın başlığı hepimizin bildiği o ayete dayanıyor evet.

 

“Ve Allah yolunda öldürülen (şehit) lere “Ölüler” demeyiniz. Bilakis, onlar yaşıyor, ama siz farkında değilsiniz.” (Bakara suresi, 154. ayet)

 

Ama bu başlığı seçmemizin asıl nedeni yıllar önce TV’de izlediğim gerçek olay idi.

 

Şehit olduktan sonra elindeki silahı bırakmayan asker vardı. Sunay Civan

 

Silahını teslim etmiyordu, tıpkı Çanakkale şehidinin silahını vermemesi gibi…

 

Şehit’in elindeki silahı komutanı gasilhanede inanılması güç, bir o kadar anlamlı bir şekilde alıyordu. Canlandırma şeklinde filme almışlardı, babamla izlerken ağlamıştık.

 

Gasilhane’de elindeki tüfeği asker arkadaşı ne kadar zorlasa da elinden alamıyordu. Komutanı emretti, o anda şehidin elleri gevşedi ve silahı aldılar; dedi ki:

 

“Asker! Görev bitti, silahı bırak.”   Komutanı gözyaşını tutamıyordu.  

 

***

 

Evet, şehit olana düğün, bayramdır ama gözü yaşlı eş, ana, babaların yürek sancısı ölene kadar dinmiyor. Biz haberlerde her şehit haberinde ağlıyoruz ama ya o şehit çocukları. 

 

Onlar bir ömür baba özlemi duyacaklar. Evet şimdi baba hasretini anlatan, bir şehit kızının babasına yazdığı bu mektup ile yazımızı bitiriyoruz:

 

 

       Sevgili Babacığım,

 

       Yıllar yıllar geçiyor, her şey değişiyor, her şeyden öncede ben değişiyorum. Değişmeyen tek şey değişimin kendisiymiş ya… Ama benim hayatımda hiç değişmeyen ve asla değişmeyecek olan tek ve en acı gerçek; SENİN KAYBIN.

 

     Yoksun baba; yanımda, tenimde, saçımın telinde yoksun. Kalbimde, ruhumda, beynimde olsan da, yaşamımın hiçbir anında, hiçbir üzüntümde, hiçbir mutluluğumda, hiçbir sevincimde, hiçbir hayal kırıklığımda sen yoksun. Varlığın, bedenin yok. Elbette ki her şey maddesel olarak var olmak değil, ama ben seni hiç tanımadım ki!

 

      Gülüşünü, konuşmanı, sesinin tonunu, kahkahanı hiç görmedim, duymadım ki!  Hep düşünüyorum yanımda olsaydın ağzından "yavrum, kızım" sözcükleri nasıl çıkardı? Bu duygu dolu sözler benim yüreğimi nasıl ısıtırdı? İnsanların nefret ettiği sözcükler olur mu? Benim var: BABA.

 

      Çünkü ben bu sözcüğü "hiçbir zaman" doya doya, dolu dolu söyleyemedim. Bunu duyacak, gözlerinin içi gülecek ve beni çok büyük bir sevgiyle kucaklayacak bir babam olmadı hiç!

 

    Evet tüm bunlar benim üzüntülerim, yokluklarım. Ama tüm bu büyük acının yanında bana en büyük onuru, şerefi yaşattın: BEN BİR ŞEHİT KIZIYIM.

 


     Bugün ölümünün tam 10. yılı. Şu anda yanında, sevgi dolu kucağında olamasam da tam baş ucundayım . O soğuk mezar taşının tozunu ellerimden ateş çıkarcasına yıkıyorum babacığım.

 

Gittin baba, gittin. Ben daha üç yaşındayken, seni sevmeye, tanımaya başlarken… Ben karısını, minicik bebeğini vatanı için bir yana bırakan, canını vatanına feda eden, cesur, yiğit, yüreği vatan sevgisiyle dopdolu gencecik bir üsteğmenin kızıyım. Ağlamamalıyım.

 

    Senin ak saçlı bir dede olduğun günleri hiçbir zaman göremeyeceğim; ama sen benim anılarımda, hatıralarımda hep o yakışıklı, gururlu, cesur ve gepgenç üsteğmen olarak kalacaksın. Bu, çok onur verici baba!

 

     Bir tek kez seni görüp seninle tanışma ve konuşma şansına sahip olsaydım sana sadece teşekkür etmek isterdim. Annemi ve beni senden yoksun bıraktın; ama bana da, Çocuklarıma da, torunlarına da inanılmaz bir gurur yaşatan ve yaşatacak olan "ŞEHİTLİK" ünvanını kazandırdın. Teşekkür ederim babacığım, teşekkür ederim…

 

Begüm ÖZCAN

 

*****************

 

AĞLAMAK GÜZELDİR… KALBİ YIKAR, TEMİZLER, YUMUŞATIR…

 

GÖZYAŞI, KALBİMİZE ABDEST ALDIRAN SUDUR…

 

 

Celalin Penceresinden