29 Mart 2015 Pazar

Soru: Bu Çiçeği Kim Yarattı?


Soru: Bu Çiçeği Kim Yarattı?


 

Geçenki yazıda İman’ın çeşitlerinden bahsetmiştik. İmanımızı tahkiki iman seviyesine çıkarmak, kabre imanlı girmek adına çok önemlidir, demiştik.

 

Naçizane bir ilim taşıyıcısı olarak, bugün yine araştırmacı kıymetli Uğur Akkafa beyin o sohbetindeki bilgilerin özetini paylaşmaya devam ediyoruz. Diyor ki:

 

Evet, şimdi Taklidi İman’dan Tahkiki İman’a geçiş için bir misal verelim; Bir saksı çiçeği koyalım masamıza ve bu çiçeği birlikte inceleyelim.

 

Biz bu çiçeği görüyoruz ve biliyoruz ki bu çiçeği Allah yarattı, bunu kalbimizle söylüyoruz, ama mesela denebilir ki, Allah yarattı diyorsunuz ama, bakın toprak var, hava var, ışık var, su var; bu çiçeğe etki ediyor görünen dört tane unsur var.

 


Peki Allah yaratıyorsa buradaki toprak gibi, su gibi unsurların rolü ne? Yani ben su dökmesem çiçek kurur. Ama islam literatüründe geçiyor ki, hayır bu havanın, suyun veya çevrenin, hiçbir şekilde bu çiçeğin oluşumunda etkisi yok?

 

Şimdi çiçeğimizi inceleyelim; malum islamın dışında başka inanışlar da var; bu çiçek kendi kendine oluyor diyenler de var; bu çiçeği toprak, su, hava yapıyor diyenler de var; tabiat kanunları yapıyor diyenler de var.

 

Çiçek başka hiçbir yerden bir tesir almıyor; ya saksının içindeki toprak su ve mineraller, veyahut çiçeğin etrafında tabiat kanunları denilen hükmeden bu kanunlar...

 

Ya da çiçeğin içindeki atomlar, yani her maddenin en küçük yapı taşları olan atomlar, tanecikler bir araya geliyor ve bu çiçeği meydana getiriyorlar.

 

Allah inancının dışında 3 tane inanç var, bu inançları inceleyelim. Çünkü, biz bu çiçeğin Allah tarafından yaratıldığına inanıyoruz, tahkik edersek bakalım nasıl olacak.

 

Bu çiçeğin üzerinde gözlenen işlere bakalım; çiçeğin üzerinde bir renk görüyor muyu? Evet. Bir şekil görüyor muyuz? Evet. Peki bu çiçeğin kendine has bir kokusu var mı? Evet.

 

Üç tane iş var. Birincisi şekil, ikincisi koku, üçüncüsü renk. Peki bu işleri yapabilmek için ne gibi özellikler lazım? Ortada bir iş var ve bu işi yapanı bulacağız;

 

Mesela bu düzenli işler, düzenli şekiller, intizamlı oranlar, ilimsiz, bilmeden yapılabilir mi? Yapılamaz, bir bilgi kesin şart, elimizde şimdi bir özellik var; İLİM. Yani böyle bir şekil yapılabilmesi için ilim lazım.

 

Peki, kainatta bir sürü renk var. Bu çok renkler arasından iki rengin (çiçek sarı, yapraklar yeşil) buraya konulması bir tercihi gösterir, değil mi? Öyleyse bir iradeyi gösterir mi? Kesinlikle, öyleyse elimizdeki ikinci özellik İRADE olacak.

 

Peki sadece bilmek ve tercih etme özellikleri, kuvvet olmadan bir iş yapabilir mi? KUVVET olmadan iş yapılamaz. Demekki üç sıfat elimizde; böyle bir şekli verebilmek böyle bir rengi oraya yerleştirebilmek, böyle bir işi yapabilmek için İLİM, İRADE ve KUVVET-KUDRET gerekir.

 

Peki bunlar ölü olan birisinde olabilir mi? Asla, öyleyse HAYAT denilen şey başa oturdu; Demek ki, hayat, ilim, irade, kudret özellikleri olacak ki, bu işleri yapabilsin.

 


Şimdi saksının dibinden bir miktar toprak alalım. Bu toprakta mutlak surette 4 özellik olmak zorunda ki, bu çiçeğe şekil verebilsin, renkleri o şekilde yerleştirebilsin, koku verebilsin.

 

Peki toprakta bir bilgi bir ilim var mı? Yok. Toprak bir şeyi irade edebilir mi, yani tercih edebilme özelliği var mı? Yok. Peki toprak hayat sahibi, şuurlu mu? Değil.

 

Toprak atomlardan bir araya gelmiş bir madde, yani bilim dünyası diyor ki, cansız.. Cansız olan bir şeyde, ne ilim olur, ne irade olur, ne kudret olur. Tamam toprağı eledik, toprak bu çiçeğin şeklini, rengini, kokusunu veren DEĞİL...

 

Peki döktüğümüz su, su da hayat, ilim, irade var mı? Yok. Peki şu an burada da bulunan havada, ilimi, irade, hayat, kudret var mı? Yok.

 

E ne oldu o zaman? Bu havanın, bu toprağın, bu suyun çiçeği yapan olmadığı KESİN. Saksının yapamayacağını da herkes bilir zaten, peki başka tesir eden var mı? Yok, tesir edebilecek başka hiç bir şey yok.

 

Peki SADECE toprak, hava, su, güneş ışığı bu çiçeğin üzerinde bir tesir etkisine SAHİPSE; ve bunların çiçeği yapaMAyacağı KESİN olarak ispatlanmışsa, bu çiçeği kim yapıyor?

 

Öyleyse şu bildiğimiz alemin dışında ama, hayat, ilim, irade, kudret sahibi birisi var ki, o bunu yapıyor; işte O na “Vacibul Vücud” deniliyor; “varlığı zorunlu olan” bir yaratıcı var.

 

İşte islam dünyası bu yaratıcıya ALLAH C.C. ismi ile hitap ediyor.

 

Evet.. Anladık ki bu çiçeği toprak hava güneş su yaratamaz, ancak ilim irade kudret sahibi Allah c.c yaratabilir.

 

Demek ki bu çiçek gibi etrafımızda gördüğümüz bütün çiçekleri, bütün varlıkları da Allah c.c. yaratabilir ve yaratmıştır.

 

İşte bu suretle baktık ve taklit tahkike geçti ..Elhamdulillah ..

 

Akla soru gelebilir; Neden Allah yaratıyor da, etrafına toprak hava su gibi etkisi var gibi görünüp ama etkisi olmayan şeyler koyuyor?

 

Onun cevabı da şu; Okullarda biliriz, öğretmenler bizi test sınavına sokar, mesela 2 kere 2 kaç diye sorarlar ve seçenekler olur. 

 

a)1 b)2 c)3 d)4    gibi,

 

Aslında bir tanesi doğrudur ama, o doğrunun yanına üç tane de yanlış koymuştur ki; çalışanla çalışmayan, bilenle bilmeyen ayırt edilsin diye,

 


işte imtihan için şu dünyaya gelen insanlara Cenab-ı Hak soruyor; "bu çiçeği ki yarattı??"

 

Aklını çalıştırmayıp direkt olarak hükmedenler, bakıyorlar toprak yapıyor, diyorlar. Su yapıyor diyorlar veya tabiat bir araya gelip yapıyorlar, diyorlar.

 

Peki bu suretle olacağına düşünüp cevabı işaretleyenler ne oluyorlar, yanlış bir şıkkı işaretlemiş oluyorlar.

 

Ama aklını kullanıp düşünen ve Allah'ı bulan kişi doğru şıkkı işaretlemiş oluyor ve imtihanı kazanıyor inşallah.

 

 

Celalin Penceresinden

 

 

25 Mart 2015 Çarşamba

İman’ın Çeşitleri


İman’ın Çeşitleri


 

Naçizane bir ilim taşıyıcısı olarak, bugün araştırmacı kıymetli Uğur Akkafa beyin bir sohbetinden edindiğim bilgilerin özetini paylaşacağız. Diyor ki:

 


Nisa suresi 136. ayette

 

“Ey îmân edenler! Allah’a, Resûlüne ve peygamberine indirdiği Kitâb’a (Kur’ân’a) ve daha önce indirdiği kitab(lar)a îman (da sebât) edin! Kim de Allah’ı, meleklerini, kitablarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, o takdirde doğrusu (haktan) uzak bir dalâlet ile sapmış olur.”

 

diye buyrulmuş; Ey iman edenler iman ediniz; iman edene niçin bir daha inanın diye söylenmiş? Neden inandıklarımıza yeniden inanmamız söylensin?

 

Normal kurallara göre bu söz olumsuz. Demek ki, bizim bildiğimiz imanın dışında farklı bir konu var. İman nedir? İman; kelime karşılığı inanmak, kalp, ruha bakan kısımda tasdik makamındadır.

 

Yani aklın getirdiği veya dışardan gelen hükümleri kalp tasdik eder. Bu tasdik iki suretli birşeyi anlamamıza neden olur. İman iki çeşittir; bir tanesi taklidi ve diğeri tahkiki iman.

 

Taklidi bir şekilde inanmak; anne babamızdan, çevremizden gördüğümüz duyduğumuz şekilde, bak Allah var, tamam var, deyip hiç üzerinde durmadan, hiç akıl yürütmeden, incelemeden inanmak demektir, başkasının imanını taklit etmektir.

 

Bir de, düşünerek irdeleyerek, akıl yürütülerek söylenene inanmak var, buna da tahkik deniyor, taklidi iman ve tahkiki iman, imanın iki büyük mertebesi. Ve aralarında muazzam farklılıklar var.

 

Tahkiki iman da, kendi içinde üçe ayrılıyor, ilmel yakin, yani ilim suretiyle, aynel yakin, göz ile görüp tereddütsüz olarak, hakkal yakin, artık onun içinde girip, görüp yaşayarak inanmak.

 

Şöyle örnek versek sanırım daha akılda kalıcı olur. Farzedin ki iman, yanan bir ateştir. Çevreden duyuyoruz bir ateşin olduğunu, yani görmedik, duyduk ve inandık, işte bu takliti imandır.

 

Bir duman gördük, aklen ateşin yandığını buluruz ki, bu ilmen yakindir. Daha da yakına gidip ateşi gördük, bu aynel yakindir. Bir de daha da yaklaşarak bizzat o ateşin sıcaklığını hissetmek, bu da hakkel yakindir.

 


Normal bir inanç; taklidi ve tahkiki olarak ikiye ayrılırken irdeleyerek inanmak da kendi içinde üçe ayrılıyor, yani imanın bir çok mertebesi vardır, ve bu iman değişiyor, değişken. ve imana sahip çıkmamız gerekiyor.

 

E peki bu ne işimize yarayacak? İman etmişiz zaten, niye derecelerini artıralım? Resuli Ekrem Aleyhissalatu Vesselam Efendimiz buyuruyor ki;

 

Sekerat anında, yani o ölüm anında şeytan insanın aklına vesveseler verecek, yani o anda ve her zaman bu imanın muhafaza edilmesi gerekiyor.

 

İman sabit bir şekilde durmuyor, değişebiliyor, şüphe de o imanı tereddüte düşürüyor, İmanın muhafaza edilmesi için ne yapılması lazım? İmanımızı aklımızla tasdik etmemiz lazım!

 

Bediüzzaman hazretleri bunu şöyle açıklıyor; İman, akıl midesine girdikten sonra, kalbe, ruha, vicdana ve insanda bulunan diğer latifelere sirayet ettirilmesi lazım.

 

Çünkü Peygamber Efendimizin uyarısı; sekerat anında şeytan ancak AKILA vesvese verir diyor, KALBE VİCDANA RUH'a değil. Akla gelen bir vesvese kendisine aklen bir delil bulamazsa, tereddüte düşme ihtimali çok yüksek.

 

Mesela bir örnekle durumu açıklayalım, Sizin elinizde bir elma olsa ve ben sizin yanınızda olsam, o elmayı elinizden alabilirim, imkanattır.

 

Elmayı ısırsanız, ağzınızdan da alabilirim. Yutsanız, ani bir müdahale ile midenizden de alabiliriz. Ama midenize girip parçalanıp kaybolduktan sonra; artık o elmaya ulaşma ihtimali kaybolmuştur.

 

İşte, iman akıl midesinden girip oradan kalbe vicdana ruha ve diğer latifelere dağılınca; artık şeytanın eli oralara uzanamıyor.

 

Ve tahkiki iman; bir insanın imanla kabre girmesine sebep oluyor

 

Onun için imanımızı taklitten tahkike geçirmek zorundayız ki, böyle bir tehlikeden kurtulalım ...

 


İman’ın çeşitlerinden bu yazıda bahsettik. Yazıyı uzatmamak için burada bitiriyoruz.  

 

İnşallah daha sonraki bir yazımızda yine Uğur Akkafa beyin sohbetin devamında anlattığı, bir çiçek örneği üzerinden tahkiki imana nasıl ulaşılacağını yazacağız...

 

 

Celalin Penceresinden

 

 

22 Mart 2015 Pazar

Yine İnşallah Demeyi Unuttum


Yine İnşallah Demeyi Unuttum


 

İki sene önce İNŞALLAH ile ilgili başıma gelen olayı şöyle anlatmıştım:

 

Bu kelimeyi kullanmamızı Allah istiyor. İnşallah kelimesi kullanılmadan söylenen sözler ilahi rahmetten mahrum olur. ‘İnşallah’ kelimesi Kuran’da ‘inşaAllah’ diye de geçmektedir.

 

Şanlıurfa’da görev yapan astsubay Erkek kardeşim Faik Çelik ve ailesi her yaz gibi, Ereğli’de anne babası ve abisini ziyarettelerdi. (Ağustos 2013)

 

Bilmeyenler için söyleyeyim, ben tekerlekli sandalyede engelliyim ve her konuda yardıma muhtacım. Kardeşim yazları birkaç hafta babamı dinlendirmek için benimle ilgilenir, Allah razı olsun.

 

O Perşembe akşamı, “Abi yarın sana banyo yaptıracam” , diyordu.

 

Cuma sabahı bana tekrar: “Abi, hadi kahvaltını bitirdiysen seni tuvalete götüreyim, vinçle kaldırıp klozete oturtunca banyonu yaptırayım”, dedi.

 

Ben, yok boşver şimdi yapmayalım, pazar yapalım, dedim. Kardeşim ısrar ediyordu, ben ise zahmet olmasın diye karşı çıkıyordum. Babam odaya girdi.

 

Hadi kardeşin sana banyo yaptırsın, bugün mübarek Cuma günü, yıkanmak sevap; Pazar günü bir daha yaparsınız, dedi. Ama hiçbirimiz ‘inşallah’ demiyorduk.

 

Kardeşim beni sandalyeden vinçle kaldırıp klozete oturtunca fark ettik ki, daha bir dakika önce akan sular birden kesilmişti. Ben film şeridi gibi geçen konuşmalarımızı düşündüm.

 

Ve olayın farkına vardım. Biz yapacağımız banyoyu inşallah diyerek Allah’ın iznine bağlamamıştık. Kardeşime dedim ki: Allah, Kuran’da bizden, yarın yapacağım deme, inşallah yarın yapacağım de, diye emredip inşallah dememizi istiyor.

 

“Hiçbir şey için "Bunu yarın yapacağım" deme. Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Unuttuğun zaman Allah'ı an ve "Umarım Rabbim beni,doğruya daha yakın olana eriştirir."de. “ (Kehf suresi, 23-24.ayetler)

 

Gel kardeşim hatamızı kabul edelim, af dileyelim, dedim. Nasıl, dedi. Söyleyebildiğimiz kadar “Estağfirullah” diyelim, içimizden de, Affet Rabbim özür dilerim, Sen affedicisin, diyelim, dedim.

 

İkimizde kafamızı suçlu gibi öne eğip kaç kez dedik hatırlamıyorum.

 

Beş dakika sonra sular geldi. Elhamdülillah deyip banyomuzu yaptık ve dersimizi aldık.

 

Anlattığım bu olaya tesadüf diyenler olabilir. Benim yorumum şöyle:

 

Her olay Allah’ın dilemesiyle olur ve sayısız gizli nedenleri (hikmet) olabilir. Ben her zaman olayların hikmetinin bana bakan yönü ne olabilir diye düşünürüm ve dersimi alırım.

 

Suyun tam o an kesilmesi ve beş dakika içinde geri gelmesinin maddi sebebini düşündüm. Allah bilir belki de o an bir vana sökülüp takılacaktı ve sokağın suyunu kapatıp açtılar.

 

Maddi sebebi ne olursa olsun, olaylara hikmet nazarıyla bakan pek çok ibret bulabilir.

 

***

 

Nasrettin hocaya atfedilen inşallah söylemenin önemini belirten bir hikaye vardır.

 

Nasrettin Hoca bir akşam karısına;

- "Yarın hava yağmurlu olursa ormana, açık olursa çift sürmeye gideceğim." demiş.

- "İnşallah de Efendi" demiş karısı. Hoca karısını dinlememiş bile.

 

Ertesi gün hava yağmurlu olmuş. O'da ormana gitmek için erkenden çıkmış. Bir süre sonra bir sipahiye rastlamış. Sipahi sormuş:

 

- "Filan köye nasıl gidilir?". "Bilmem" deyip orman yolunu tutmak istemiş Hoca. Sipahi, kamçıyla vurarak:

 

- "Çabuk önüme düş!. Beni o köye götüreceksin" diye emretmiş. Hoca istemeye istemeye yolunu değiştirip adamı epey uzaktaki köye götürmüş. Evine de ancak akşam dönebilmiş. Kapıyı çalıpta karısı "kim o?" diye seslenince

 

Hoca:

- "Aç hanım aç. İnşallah ben geldim." demiş...

 

***

 

İnşallah kelimesi “Allah izin verirse” , “Allah’tan bir mani gelmezse” , “Allah ömür verirse” , “Allah nasip ederse” gibi anlamlara gelir. 

 

Bugün aynı olay tekrar başıma geldi. (19.03.2015) Aslında ben her zaman inşallah derim ama bugün nedense unuttum. Ben işin asıl hikmetini çözdüm inşallah.

 

Bugün normalde haftalık banyo günümüz. Ben her sabah o gün yapacaklarımı planlarım: İşte, namaz şu kadar, yemek şu kadar, tuvalet bu kadar, dua bu kadar süre, gibi... 

 


Bugün kafamda şu planı yaptım: Saat 11 gibi banyoya girerim. Banyo esnasında aldığım abdestle öğle namazımı kılarım; yine o abdestle dua listeme uzun uzun dua ederim, diyorum içimden...

 

Fakat hiç ‘inşallah’ demedim. Saat 11’de babam banyoya giremeyiz, sular kesildi, dedi.

 

Ben hatamı anlamıştım, yukarıdaki anlatılan gibi defalarca ‘Tevbe Estağfirullah’ dedim. Yine beş dakika sonra sular geldi.

 

İşin hikmetlerinden biri şudur bence: Hatamı kabul ettim, şeytan gibi hatamda ısrar etmedim, af diledim. Allah affeti, sular geldi, Allah’ın beni sevdiğini hissettim. Ama bence...

 

Ama bence asıl hikmetin, Allah’ın bana bu yazıyı yazdırması için sebep yaratması olduğunu düşünüyorum. Çünkü inşallah demem unutturuldu.

 

SANIRIM HEPİMİZ YAZIDAN GEREKLİ MESAJI ALDIK İNŞALLAH :)

 

 

Celalin Penceresinden

 

 

18 Mart 2015 Çarşamba

Çanakkale’de Çizilen Kaderimiz ve Yaşanmış Bir Hikaye


Çanakkale’de Çizilen Kaderimiz ve Yaşanmış Bir  Hikaye


 

İsa Çelik, babamın adını aldığı Çanakkale Gazisi dedesi...

 

E nasıl çizildi kaderiniz Çanakkale’de, dediniz. İsa dedem 1916’da Çanakkale’den gazi olarak köyüne döner. Bir gözü akmış, takma göz takılmıştır ve dilinin ucu da kopmuştur.

 

Bir müddet sonra eşi vefat eder. Küçük kızıyla (Emine hala) kalakalmıştır. Aynı köyde Topal Meryem lakaplı kocası (Halil dedem) Çanakkale’de şehit olan iki çocuklu bir dul varmış.

 

İsa dedem uzun süre düşünmüş, hem o yetimlere sahip çıkmak adına, hem de kızının ana şefkatiyle büyümesi için, engelli Topal Meryem’e evlenme teklif eder ve evlenirler.

 

Bu evlilikten 1926 yılında oğlu Faik Çelik doğar. (Benim dedem)

 

Topal Meryemin şehit eşi Halil’den kalan yetim kızı Fatma benim anneannemdir. (Aslında anneannem, anneme lohusa iken 1952'de ölür, annem de onun gibi öksüz büyür.)

 

Yani Topal Meryem hem annemin anneannesi, hem de babamın babannesidir.

Anlayacağınız, Annemin dedesi Çanakkale’de Şehit; babamın dedesi ise Gazidir.

 

Gazi İsa dedem, babam henüz onüç yaşındayken 1961’de ölmüş.

 

Yani demem o ki, Allah bizim kaderimizi Çanakkale’de yazmış. İsa dedem Çanakkale’den sağ dönmeseydi ve Topal Meryem’le evlenmeseydi, Faik dedem ve dolayısıyla bizde olmazdık.




 

Şimdi çok ilginç bişey aklıma geldi, onu söyleyeyim, inşallah daha sonra da yaşanmış duygusal bir hikaye ve hatırlattığı bir şey ile yazımızı bitireceğiz.

 

Benden on yaş küçük, 1983 doğumlu Meryem halam var, 32 yaşında. (2015) Meryem halam dedemin babannemden sonraki eşindendir... Faik dedem 1991’de ölünce yetim büyüdü. .

 

Şimdi geçen şöyle bir hesap yaptım; Sanırım 30-40 yıl sonra dedesi Çanakkale’de savaşmış olan Türkiye’deki yaşayan tek insan Meryem halam olacaktır büyük bir ihtimalle... 

 

 

ÇANAKKALE ZAFERİMİZ KUTLU OLSUN

 

Değil miydi ki şehitler ölmezlerdi, Rab katında diriydiler..!

Baban Gelirse, Beni Çağır Oğul..!

Kızılca kıyametin koptuğu günlerdi.

Adına “Çanakkale” denen destanı yazacak koç yiğitler, dilde Allahü Ekber, niyetlerde zafer ile düşmüşlerdi cephe yollarına. Vatan ki, emanetti anadan babadan; vatan ki korunmalıydı hain düşmandan.

Düşmana ‘illallah’ dedirtecek er oğlu erlerden biriydi Ali. Anasının en büyük arzusu oğlunun hâfızlığını görebilmekti.

 

Ali, gayretlerinin semeresini almış, hâfız olmuştu; anasının yüreciği sevinçle dolmuştu. Ağzı dualı Ali’nin anası; ‘Bir de oğlumun mürüvvetini görsem!’ diye geçirdi içinden. Âh bir görebilsem!

 

Köyün, güzel olduğu kadar terbiyeli, hanım hanımcık kızı Adeviye’yi Ali’ye istediler. Adı gibi iyilikseverdi Adeviye. Çok geçmeden düşman ateşinin gölgesinde sâde bir düğünle evlendiler. Adeviye, Ali’yi kendi elleriyle hazırladı cepheye. ‘Git Ali’m!’ dedi Adeviye.

Vatan için, doğacak evlâdımız için git, dedi. Gitmek lâzımdı. Neylersin ki evde oturma zamanı değildi. Vazife kurşun kadar ağırdı.

 

Vatan söz konusu olunca geçilirdi serden. Ali, acısını içinin en girift yerine gömüp “Yine geleceğim.”dedi. Silâhıyla, silâh yoksa süngüsüyle, o da yoksa bedeniyle siper olacaktı ya düşman ateşine. Düşmanı savacak ve dönecekti evine.

 

Ali gitmişti bir kış soğuğunda. Cepheden şehitlerin haberi tez ulaşıyordu köye. ‘Ali’mden bir haber var mı?’ diyordu Adeviye kalbi yerinden fırlarcasına. Bir haber yoktu Ali’den. Sağ mıydı, yaralı mıydı, adı sanı bilinmez bir yerde şehitlerin arasına mı karışmıştı, bilen yoktu.

 

Adeviye günlerce, mevsimlerce bekledi, bekledi. Giden gelmiyordu, acep nedendi?

Günler yokluk, kıtlık ve sıkıntıyla geçiyordu. Asker Ali’den iyi veya kötü, bir haber gelmiyordu. Adeviye’nin tesellisi minik yavrusu Cevdet’i olmuştu.

 

Çalan her kapı, duyulan her ayak sesi, Adeviye’nin yüreğini hoplatıyordu. Ya gelen Ali ise! Rüyalarında her dâim Ali’yi görüyor, asker kıyafetiyle karşısında mütebessim çehreyle duran Ali’nin yaralarını pansuman ediyordu.

 

Rüyalara sık sık gelen Ali, kendi evine gelmiyordu bir türlü. Babasının bir fotoğrafını görmeden büyüyen Cevdet, yürümeye başlamıştı. Cevdet, Çanakkale’yi anlatan ninnilerle büyümüş; masal yerine, destanlar dinlemişti anasından.

 

Ülke düşmandan temizleneli yıllar olmuştu. Ali’nin âkıbetinden haber yoktu. Kolunu, bacağını, bedeninden bir parçasını Çanakkale’de bırakan erler de dönmüştü köylerine. Köylü;

 

Kocan şehit olmuştur, bekleme artık Ali’yi.’ diyemedi.

Yaslı anacığına acısını unutturmaya çalışan Cevdet büyümüş, iş güç sahibi olmuştu. Adeviye ne vakit bir yere gidecek olsa,

 

Baban gelirse, çağır beni oğul!’ derdi. Komşulara gitse, mevlide, akrabalara gitse, hep aynı sözü söylüyordu oğluna: ‘Baban gelirse, çağır beni oğul!’


Günler yerinde durmadı. Zaman çark misali döndü. Alınlarda çizgiler derinleşti, saçlara beyazlıklar aktı. Adeviye, Ali’nin geleceği ümidiyle yaşadı durdu. Her sözünün sonunda Cevdet’e, ‘Baban gelirse…’ diyordu. Adeviye, güçten takatten kesilmişti.

 

Geri dönülmez hastalığın pençesine düşmüştü. İyice ağırlaşmıştı artık. Son demlerinde oğlu Cevdet’i yanına çağırdı, yavaşça: ‘Oğlum!’ dedi. “Bana iyi baktınız. Hakkınızı helâl edin. Baban bir gün gelirse ona; ‘Annem seni hep bekledi.’ de.”

 



Cevdet’in ve oradakilerin gözlerinden sicim sicim yaşlar boşalırken Adeviye beklenmedik bir şekilde irkilerek doğruldu, kapıya doğru gülümseyerek “Hoş geldin Bey, hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.


Değil miydi ki şehitler ölmezlerdi, Rab katında diriydiler.

* Bu hikâyedeki hâdise ve şahıslar tamamen gerçektir.




 

************************


Bu hikaye bana şunu hatırlattı:

 

       Canım babam İsa Çelik. İsa ismi babamın dedesinin adıdır. İsa dedem Çanakkale Savaşı gazisiymiş. Çanakkale Savaşında bir gözünü ve dilinin yarısını kaybetmiş. Atılan bombadan sıçrayan şarapnel parçası ile bir gözü akmış. O gözü takmaymış ve yandan gelen bir kurşun dilinin ucunu götürmüş; biraz peltek konuşurmuş. Babama kuzum yerine kujum dermiş.

 



Babamın dedesi İsa dedem, babam çocukken vefat etmiş. Babamın anlattığına göre İsa dedem hasta yatağındaymış. Köydekiler yine hasta ziyaretine gelmişler. Ve ev kalabalıkmış.

 
İsa dedem bir ara yatağından doğrulmuş. “Hele uşaklar şu odayı bir boşaltın hele; içeri giremiyorlar” demiş. Herkes odadan çıktıktan bir dakika sonra son nefesini vermiş.
 
Bir dizi filmde görmüştüm. Bir asker son nefesini verirken şehit arkadaşları kollarına girip onu karşılıyorlardı. Belki de İsa dedemi de karşıladılar. İnşallah ben de ölünce onları görebilirim. Annemin dedesi şehit, babamın dedesi gazi...
 
(Hayatımı anlattığım kitapçıktan alıntıdır... )

 
ALLAH BİZLERİ ATALARIMIZA LAYIK TORUN EYLESİN

 

BEDİRHAN GÖKÇE'nin sesinden MEHMET AKİF ERSOY'un Çanakkale Şehitlerine şiiri :
 
 
 
 
 

Celalin Penceresinden