Gülpembe’sine Kavuştu
Merhaba
sevgili gönül dostlarımız,
Allah'ın,
Resulünün SAV ve de sevdiklerinin selam ve bereketi üzerinize olsun.
Bugün 28 Ocak 2019. Zaman öyle hızla geçiyorki.
2019’a gireli bir ay geçti, daha dün yılbaşıydı. Evet, Bu Cuma 1 Şubat 2019.
Barış Manço’nun 20. vefat yıldönümü…
Yirmi yıl önce Barış Manço’nun vefat ettiği gün
doktora gideceğimiz gündü. 2017’de Egemen Yayınları’ndan çıkan “İçimizdeki
Bitmeyen Özlem” kitabımız 7. bölümde anlatmıştık, paylaşmak istiyoruz:
Ocak 1999’da babamla birlikte yirmi gün hastanede
yatmıştık ve psikolojik tedavi almıştım. İşyerindeki stresler, hastalığımı
kabullenememe, aşk acısı gibi nedenlerle depresyona girmiştim.
Ankara SSK
Dışkapı Hastanesinde kalırken babam bugünkü kadar olmasa da epey zorlanmıştı. Çünkü ramazandaydık,
oruçtu. Şimdi on yıldır (2017) beni vinçle kaldırıp klozete oturtuyor.
O zamanlar
(1999) çok şükür ayağımı
basabiliyordum. Sandalyeden klozete geçiyor ve ayakta birkaç saniye
durabiliyordum.
Böylece
babam eşofmanı indiriyor, klozete oturuyordum. Ve yattığım yerde zorlansa da
kıyafetlerimi giydiriyordu. Ben herşeyimle yardıma muhtacım.
Orada da
çok ağır ilaçlar verdiler. İlaçlar hastalığımı ilerletmişti. Birgün kan tahlili
için başka bir kliniğe gönderdiler. Babam tekerlekli sandalyemi iterek götürdü.
Orada onlarca engelli insan vardı.
Birisinin bacağı kesik, birisi elinde bastonu görme engelli, birisi
ağzından salyalar akan ve sürekli gülen bir zihinsel engelli, birisi benim gibi
tekerlekli sandalyede ama çok sinirli...
Çok şaşırmıştım ve o an halime çok şükrettim. Dikkatimi elinde üç
veya dört yaşında spastik ve aynı zamanda zihinsel engelli çocuğunu taşıyan
genç bayan çekti.
Yüzünden gergin ve mutsuz olduğu belli oluyordu. Yaşlı, sakallı bir
amca bunu hissetmiş olacak ki o bayana dedi ki: “Maşallah kızım, kucağında bir
melek taşıyorsun.”
Gerçekten de o çocuk günahsız ve asla da günah işlemeyecek bir
melekti. O an kadının gülümsemesini görmeliydiniz...
Hiç unutamam bir gün hastane odasında yatağımda oturuyordum.
Pencereden sokakta koşuşturan insanları seyrediyordum. Kapı çalındı.
İşyerinden laboratuvardaki amirim Ender Altın bey ve bütün
arkadaşlar ziyaretime gelmişlerdi. Nasıl mutlu oldum anlatamam.
Bütün iş
arkadaşlarımdan Allah razı olsun. Moralim yerine geldi.
Özellikle
Süha Can arkadaşım benimle işyerinde de çok ilgilenirdi. Bazen öğle
tatillerinde kıkır kıkır gülerek koluma girer, yemekhaneye inerdik. Çünkü
yaptığı esprilerle beni güldürürdü.
Süha benim gerçek dostlarımdan biridir. Bazı akrabalarım bile beni
aramazdı.
Süha, Almanya’da çalışan babası Ali Can amcaya (Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan
kısa süre sonra emekliliğin keyfini yaşayamadan 2014’te Adana’da vefat etti.
Allah rahmet etsin, mekanını cennet eylesin.) özel tertibatlı bir tekerlekli sandalye getirtmiş.
Süha, 2001’de Karel’den ayrılıp Adana’da ailesinin yanına gitti.
Şimdi orada çalışıyor. Şirketten ayrılırken çok ağlamıştım. O da ağladı.
Babasının getirdiği o tekerlekli sandalyeyi arabayla Adana’dan
Ankara’ya bize getirmişti. O gece bizde kaldı. Yine esprileriyle çok güldürdü.
Allah ona
sevdikleriyle beraber sağlıklı uzun ömür versin. Günahkarız ama Allah’ın affı
ve lütfuyla inşallah cennete girersek sonsuza kadar dost oluruz...
Hastanede
birden arkadaşları görünce çok sevindim. Özlemişim onları.
Bana, Celȃl çabuk gel, çizilecek kartlar seni
bekliyor, dediler.
Hastaya bu tür moraller ilaçlardan daha
etkili oluyor.
Unutamadığım aşkım yİne
aklıma geldİ
Ramazan bayramına üç gün kala ilaçlara evde devam ederiz, diyerek
izinle hastaneden çıktık.
Eve gelince odama geçtim, yatağıma oturdum ve televizyonu açtım.
Eski bir türk aşk filmi vardı.
Ahmet
Özhan ve Sibel Turnagöl’ün başrolünde oynadığı Hafız Yusuf Efendi isimli filmdi.
Konakta
büyüyen genç kız babasına rica eder, Ahmet Özhan sık sık konağa gelerek musiki
dersleri vermeye başlar. Zamanla Hafız
Yusuf Efendi ve Handan birbirine aşık olur.
Ama imkansız aşktır. Koskoca Osmanlı Paşasının
kızıyla, basit bir müzisyenin aşkı.
Paşa bu aşkı duyar, şiddetle karşı çıkar ve görüşmelerini yasaklar.
Kız üzüntüden verem olur… Neyse neticeyi yazmayayım, çünkü
hala arada yayınlanıyor.
Evet, Unutamadığım aşkım yine aklıma geldi.
Filmin müziğinin de etkisiyle hıçkıra hıçkıra ağlamıştım.
İlaçların
hem hastalığımı ilerlettiğini hissediyordum. Hem de uyuşturduğu için yine
babamla münakaşa ederek bıraktım. Hastaneyede dönmem, demiştim.
Babam tekrar depresyona girmemden korkuyordu.
Bayramdan sonra yine Gazi Üniversitesindeki başka bir doktordan
randevu aldı.
Hiç unutmuyorum. 1 şubat 1999… Doktora gideceğimiz gün sabah
televizyonu açtık.
Sabah haberlerindeki dinlediğim haberle gözyaşına boğuldum. Çalan
müzik Gülpembe şarkısıydı. Çünkü Barış Manço’nun öldüğünü haber veriyordu.
İlk defa
bir sanatçı için ağladım. Küçükken tek kanallı televizyonda yediden
yetmişyediye programıyla büyümüştük. Dünyayı onunla biz de gezdik.
Gülpembe
şarkısının sözleri Barış Manço’ya aitmiş. Haberlerde Barış Manço’nun eski bir
röportajından bir bölüm yayınladılar. Sunucu soruyordu:
“Efendim Gülpembe şarkısını kimin için yaptınız?” Barış Manço’yu
bilirsiniz. Biraz hızlı konuşur. “Haa Gülpembe benim babannem.” demişti.
Ben de
kendi babannemi hatırladım. Barış Manço tam bir İstanbul beyefendisiydi.
Hem Barış
Manço’yu, hem babannemi, hem de Gülpembe şarkısının sözlerini düşününce
gözlerim yaşlarla doldu.
Rahmetli Barış
Manço, söylediği “İnsanların ilk öğrenmesi dil, tatlı dildir.” sözünü yaşamında ve
şarkılarında herzaman uygulamış ve hepimize hala örnek olmaktadır.
Barış
Manço’da göçtü gitti bu dünyadan... Bazen şarkılarını dinlerken sözlere dikkat
ediyorum. Ne ibretlik sözler... Ne büyük sanatçı... Ne büyük bir kayıp ülkemiz
için.
Öldüğüm
zaman babannem, dedem, amcam, İsa dedemle karşılaşmayı çok istiyorum. Tabi ki
bir de Barış Manço’yla sohbet etmeyi çok isterim. Allah rahmet eylesin. Nur
içinde yatsın.
Namazlarımda yıllardır rahmetli Barış Manço ve Neşet Ertaş’a dualar
ediyorum…
Celalin Penceresinden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder