Hz Eyüp’ten (AS)
daha fazla hastalıklarımız var!
Arada,
yazılarıma ilham olması açısından Bedizzaman Said Nursi hazretlerinin eseri
Risale-i Nur’dan çeşitli bölümleri okur ve üzerinde düşünürüm.
Geçenlerde, bilgisayarıma indirdiğim Risale-i Nur
külliyatında yeralan Lemalar isimli
kitabı okuyordum. Bazı cümleler çok
etkiledi, zihnimde yankılandı ve düşüncelere daldım.
Şimdi, o cümleleri paylaşıyorum, birlikte
düşünelim inşallah... Okursanız sevinirim:
“Hazret-i
Eyüb Aleyhisselâm'ın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî
ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i
Eyüb'den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki işlediğimiz herbir
günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i
Eyüb Aleyhisselâm'ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu.
Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O
münacat-ı Eyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.” (İKİNCİ LEMA-BİRİNCİ NÜKTE’den)
Bediüzzaman
hazretleri bu İkinci Lema’da Hz Eyüp AS peygamberin duasının yer aldığı ayetten
bahsediyor. Ve diyor ki, o duaya, bizler bin defa daha fazla muhtacız.
Sabır
kahramanı Hz
Eyüp AS’ın kıssasını zaten biliyoruz, hastalıklarla imtihan edilir, yıllarca bütün vücudu yaralar içindedir,
ama sürekli hep sabretti ve şükretti...
Ne vakit o yaralar diline, kalbine ve lisanına
zarar verdi, o zaman kulluğunu devam
ettirme adına dua edip Allah’tan şifa istedi ve duası kabul oldu. (Enbiya
suresi, 83,84. ayetler)
“Eyyûb’u da an. Hani o: "Ya Rabbî, bu dert
bana iyice dokundu. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın" diye niyaz
etmiş, Biz de onun duasını kabul buyurup katımızdan bir lütuf ve ibadet
edenlere bir ders olmak üzere, hastalığını iyileştirmiş, kendisine aile ve
dostlarını bir misliyle beraber vermiştik.” (Enbiya suresi, 83,84. ayetler)
Yukarıda, Hz
Eyüp AS’ın zahiri (dış) yaralarına karşılık, bizim batıni (iç)
yaralarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek ondan daha çok yaralarımızın
olduğu görünecektir, diyor.
PEYGAMBERLER ŞEHRİ ”ŞANLIURFA” |
Devamında bunu açıklıyor; işlediğimiz herbir
günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar. Mesela, dedikodu dinlemek, harama bakmak
gibi günahlar...
Mesela,
Kuran’da namaz beş vakit yazmıyor, üç kılsakta olur, vs. gibi şüpheler...
Bahusus
nasılki o Hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar, kalb ve lisanına
ilişmişler; öyle de; bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl
olan vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe
ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip
zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar.
Sonra ekliyor; Hz Eyüp AS’ın yaraları kısacık
dünya hayatını tehdit ediyordu, yani en
fazla ölebilirdi, ölse bile inşallah cennet bahçelerine giderdi.
Fakat bizim o manevi yaralarımız ebedi hayatımızı
tehdit ediyor. Şöyle ki, o manevi
yaralar imanımızı kaybetmemize neden olabilir. İmansız kabre girenin
akibeti ateştir, Allah korusun.
Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra
tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre
gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil,
belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.
Bediüzzaman hazretleri yukardaki metnin son
cümlesinde, o münacata (duaya) Hz Eyüp
AS’dan daha fazla bizler muhtacız, diyor.
Yazımızı Bediüzzaman Hazretlerinin bu tür vesvese
ve şüphelerin yol açtığı neticelere ait verdiği şu örnekleri paylaşıp bitiriyoruz:
Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir
adam, başkasının ıttılaından (haberdar olmasından) çok hicab ettiği (utandığı) zaman, melaike (melekler) ve ruhaniyatın vücudu (varlığı) ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları
inkâr etmek arzu ediyor.
Hem meselâ: Cehennem azabını intaç eden (cehennemle neticelenecek) büyük bir
günahı işleyen bir adam, Cehennem'in tehdidatını işittikçe istiğfar (tövbe ile af dileme) ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla
Cehennem'in ademini (yokluğunu) arzu
ettiğinden, küçük bir emare ve bir şübhe, Cehennem'in inkârına cesaret veriyor.
Hem meselâ: Farz namazını kılmayan ve
vazife-i ubudiyeti (kulluk
vazifesini) yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden
küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden (azardan) müteessir olan (üzüntü duyan) o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed'in mükerrer (Allah’ın defalarca) emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik,
büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki:
"Keşki o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi." Ve bu arzudan bir manevî
adavet-i İlahiyeyi işmam eden (Allah’a düşmanlığı hissettiren) bir inkâr arzusu uyanır.
Bir şübhe,
vücud-u İlahiyeye (Allah’ın
varlığına) dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya
meyleder. Büyük bir helâket (mahvolma, felaket) kapısı ona açılır. O bedbaht (talihsiz adam) bilmiyor ki: İnkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir
sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, (yani ibadet etmemenin verdiği vicdan sıkıntısı azdır) inkârda
milyonlar ile o sıkıntıdan daha müdhiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder.
Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza.. (ve benzeri)
Celalin
Penceresinden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder