27 Ağustos 2018 Pazartesi

Şükretmek: Çok güzel bir Hikaye


Şükretmek: Çok güzel bir Hikaye


Günaydın sevgili gönül dostlarımız,


Bugün pazartesi. Efendimiz de SAV bir pazartesi günü dünyayı şereflendirmiştir. Bu yüzden ecdadımız pazartesi gününü çok severmiş. Pazartesi sendromu kavramı bize batıdan geçti.

Beş yeğenimle -  Ağustos 2018 Ereğli

Yıllar önce radyoda kıymetli bir hocanın sohbetinde dinlemiştim:


Efendimize SAV yıllarca çile, işkence ve eziyetler çektiren, Allah'ın Kuran'da cehennemlik olduğunu bildirdiği, Efendimizin amcası Ebu Lehep'i, bir Allah dostu evliya rüyasında cehennemde azaptayken görüyor... Ebu Lehep rüyasında ona demiş ki:


Sadece Pazartesi günleri azabım hafifliyor. O gün, Yetim yeğenim Muhammed'in SAV doğum haberini alınca bir köle azat etmiştim, diyor.




Allah'ın sevgilisi Efendimizi SAV çok sevelim. Sevmek için hayatını okuyup onu tanıyalım ve severek sünnetine uyalım, ki Allah’ta bizi sevsin.


“Ey Resulüm, de ki: ‘Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir!’ (çok affedicidir, engin merhamet ve ihsan sahibidir)(Ali İmran suresi, 31. ayet)


Yeni başladığımız bu haftada Allah işlerinizde başarı, yuvalarınızda huzur versin.


Efendim şükretmemizi sağlamanın en kolay yolu , bizden daha zor durumdakilere bakıp halimize şükretmemizdir. Bu konuda çok güzel bir hikaye paylaşmak istiyoruz:


Şükretmek | Çok Güzel Bİr Hİkaye


Tuğrul, annesinin sofraya getirdiği bulgur pilavını görünce, yüzünü buruşturdu.


-Üç gündür aynı şey anne, diye şikâyet etti. Pilav, pilav, pilav…


Anne tabağı sofraya koyduktan sonra:

-Oğlum ne yapalım? Elimizde var mı ki sana çeşitli yemekler pişireyim… Paramız var mı ki istediklerini alayım…


Tuğrul gözlerini kıstı:

-Komşumuzun oğlu Ahmet’i biliyorsun anne… Evlerinde çeşit çeşit yemek çıkıyor. Mert de öyle, Selim de öyle… Üstelik hiç birinin cebinden harçlığı eksik olmuyor. Bıktım bu parasızlıktan. Benim onlardan farkım ne?


Annesi ağlamamak için başını arkaya çevirdi. Üzüntü dolu bir sesle:


-Oğlum, bu elimizde olan bir şey mi? Baban sonunda iyi kötü bir iş buldu. Kazancıyla kıt kanaat geçinip gidiyoruz. Hem sen başkalarına ne bakıyorsun? Onlar kadar zengin değiliz ki biz.


-Neden olmuyoruz, neden olamıyoruz ya?




Hışımla sofradan kalktı.

-Ben bu yemeği yemiyorum! Hep aynı yemek! Bıktım! Pantolon desen yamalı yırtık! Gömlek desen eski püskü! Yeter ya!


-Oğlum Tuğrul! Nereye böyle?


Tuğrul, eskimiş, yer yer boyası dökülmüş mon-tunu sırtına geçirirken annesine boş gözlerle baktı, cevap vermedi. Kapıyı çektiği gibi çıktı.


Zavallı anne bitkin ve kederli bir halde içini çekti önce… Sonra yanaklarına doğru birkaç damla yaş süzüldü. Peşinden bir hıçkırık… Sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.


-Ya Rabbim, ne olacak bu hâlimiz bizim? Bize yardım et.

Hem ağlıyor, hem dua ediyordu. Zavallı kadın üzüntüsünden tek bir lokma bile yiyemedi.


Tuğrul, elleri montunun cebinde ayaklarını sürüyerek çıktı evden. Zorla yürüyordu sanki. Bir yandan da söyleniyordu.


-Pilavmış, para yokmuş! Herkes hayatını yaşıyor, biz sürünüyoruz. Ah gözün kör olsun fakirlik!


Gözleri önünde yürüyordu. Sanki bütün herkes kendisine bakıyor ve içten içe alay ediyordu. Sanki başını kaldırsa onu birbirlerine gösterip alay edeceklermiş gibi hissediyordu.


Söylene söylene parka kadar gelmişti. Kafasını kaldırdı, oturacak bir yer aradı. Adımlarını sürüyerek parka girdi ve bankın birine oturdu. En azından biraz kendine gelirdi. Gözleri, ucu yırtılmak üzere olan ayakkabısına takıldı. Ayaklarını hafif içeri çevirerek gizlemeye çalıştı.


-İşe bak, dedi. Ayakkabı, ayakkabı değil, sanki pabuç.


Bu sırada bir çocuk yanına yaklaştı.

-Boyayayım abi, dedi.


İsteksiz bir tavırla çocuğu inceledi. Eli yüzü kapkaraydı. Elbiseleri lime limeydi. Lastik ayakkabıları vardı. Elindeki pabucu uzatmış, bekliyordu. Çocuk, Tuğrul’un manasız manasız baktığını görünce :


-Hişt abi, dedi. Boyayalım mı, dedim!


Tuğrul ezgin bezgin gözlerini kaçırmaya çalıştı:

-Param yok ki, dedi. Hem şuna baksana, boyanacak neresi kalmış?


Boyacı çocuk onun hâline acıdı ve yanına oturuverdi.

-İsmin ne abi senin? diye sordu.


Tuğrul şaşkın bir tavırla ona baktı:

-Tuğrul, dedi. Ya seninki?


-Benimki de Hasan… Kötü bir şey mi oldu abi?


Derdini soran bir dost bulmak Tuğrul’u sevindirmişti. Anlatmaya başladı derdini, içini döktü. Hasan işini bıraktı, onu dinledi. Konuşması bitince Hasan:


-Hayatımız birbirine benziyor abi, dedi. Üstelik babam da yok benim. Evin tek erkeğiyim. Ama hâlimden şikâyetçi değilim. Buna da şükür. Sabahtan öğleye kadar okula gidiyor, okuldan gelince de boya sandığını alıp buralara geliyorum. Günde 10-15 ayakkabı boyuyorum. Az çok bir şey geçiyor elime. Kazandığımı da evin masraflarına harcıyoruz. Hâlimize şükrediyoruz. Sonuçta bizden beter olan da var, değil mi?


Tuğrul şaşkın şaşkın bakarken Hasan kalktı.

-Gidiyorum abi, dedi. İstersen ayakkabını boyayayım, para almam.


-Sağol Hasan, dedi. Başka zaman inşallah.


Hasan giderken arkasından baktı ve o an fark ettiği durum karşısında sanki başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetti. Ayakları engelliydi Hasan’ın. Topallayarak, zar zor yürüyordu. Oysa kalkıp gidene kadar bunu hiç fark etmemişti. Kaldı ki, Hasan da bundan hiç bahsetmemişti.




O an ister istemez gözleri kendi ayaklarına gitti; koşabildiği, atlayıp zıplayabildiği, sapasağlam ayaklarına. Babasız ve engelli bir çocuğun ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak için gösterdiği bunca azim ve irade inanılmazdı. Asıl şimdi ezildiğini hissetti.


Öyle değil mi idi ya? Neden, şu durumunda bile, daha beter durumda olan, hatta bir elbise bulamayıp tek giysiyle yaşayan, bir dilim ekmek için çöplükleri karıştıran kimseleri düşünerek haline şükreden Hasan kadar olamıyordu?


- Ne kadar da aptalım, diye hayıflandı. Hasan’ın hâline bak, şu halinde bile boyacılık yapıyor, parasını kazanıyor, bir de ev geçindiriyor. Bana ne oluyor? Yok, zengin olmakmış, yok para bulmakmış! Hem ben çalışmıyorum da! Rahatlığı bulmuşum, daha fazlasını istiyorum. Bana ne arkadaşlarımdan, Mert’ten Selim’den bana ne?


Böyle düşündüğüne sevindi. İçi rahatlamış bir şekilde doğruldu. Hafiften kararmaya yüz tutmuş havaya baktı.


Başını önüne eğip:

-Annemi bugün çok üzdüm, kalbini kırdım, dedi. Gidip gönlünü alayım, elini öpeyim.


Ve acıktığını hissetti o an. Canı bulgur pilavı istiyordu. Bu değişikliğe hayret etti.


Adımlarını sürüyerek, hâlinden utanç duyarak, fakirliğe isyan ederek geldiği yoldan, şimdi pişman bir şekilde, haline şükrederek dönüyordu.


******


18. DEVA’DAN ALINTIYLA YAZIMIZI BİTİRİYORUZ


Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekvâ (ŞİKAYET) edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan biçare (ÇARESİZ) hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah’a şükret.


Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin.


(BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ – HASTALAR RİSALESİ, 18. DEVA)




Cenab-ı ALLAH, hepimizi imtihanımız olarak verdiği musibet ve sıkıntılara hakkıyla sabreden, ve de verdiği sayısız nimetlere her zaman şükreden salih kullarından eylesin.



Celalin Penceresinden


20 Ağustos 2018 Pazartesi

Mesnevi Okumaları – 32 – Fil Yavrusu Yiyenlerin Hikayesi


Mesnevi Okumaları – 32 – Fil Yavrusu Yiyenlerin Hikayesi


Merhaba sevgili gönül dostlarımız,

Yüce Allah’tan hayırlarla dolu güzel bir HAFTA geçirmenizi niyaz ederiz.


Allah'ın, Resulünün SAV ve de sevdiklerinin selam ve bereketi üzerinize olsun.


Efendim bu hafta yine Hz Mevlana’nın asırlardır Hak aşıklarının gönlüne ılık meltemler estiren Hikmet pınarı bir Kuran tefsiri olan eşsiz eseri Mesnevi’den alıntılara devam ediyoruz.




Şimdi yine sözü çok uzatmadan 32. Mesnevi yazısına başlamak istiyoruz:



ARİFİN VERDİĞİ ÖĞÜTLER


Hırs ve tama'lan yüzünden fil yavrusunu yiyenlerin ve "Yemeyin." diye öğüt verenin öğüdünü dinlemeyenlerin hikâyesi.


• Belki işitmişsindir; Hindistan'da bir arif, dostlarından beş on kişinin,


® Uzun bir yolculuktan aç, çıplak olarak geldiğini gördü.


® Arifin merhameti ve sevgisi coştu, onlara hoşça bir selâm verdi. Onlara gül gibi güldü, açıldı.


® Ve dedi ki: "Herhalde mideniz bomboştur. Açsınız, sizler açlık kerbelâsında bir çok zahmetlere, meşakkatlere, sıkıntılara düştünüz.


® Fakat ne olursa olsun dostlar; Allah aşkına olsun, sakın fil yavrusu yemeyiniz.


® Şimdi gideceğiniz bu tarafta bir fil yavrusu vardır. Benim öğüdümü candan, gönülden dinleyin de, o fil yavrusuna dokunmayın.


® Zaten gideceğiniz bölgede yolunuza fil yavruları çıkacaktır. Onları avlamayı gönlünüz pek ister.


• Çünkü onlar çok körpedir, çok sevimlidir, çok semizdir. Fakat anaları pusuya yatmış, onları gözetmektedir.


® Her ana gibi, ana fil de yavrusuna çok düşkündür. Gereğince yavrusunun arkasına düşer, inleyerek? ah ederek yüz fersah yol alır.


® Onun hortumundan ateşler çıkar, dumanlar tüter. Bu sebeple onun yavrusunu yemekten sakının."


® Onlara öğüt veren kişi; "Öğüdümü dinleyin de gönlünüz ve canınız mihnetlere, zorluklara düşmesin." dedi.


® "Otları, yaprakları yeter bulun da, fil yavrularını avlamaya pek varmayın.


® Ben vazifemi yaptım; öğüt verme borcumu ödedim. Öğüt dinlemenin sonu ancak selâmettir.


® Ben sizi pişman olmaktan kurtarmak için elçi olarak geldim ve aldığım haberleri size ulaştırdım.


® Sakın ki, tama' sizin yolunuzu kesmesin; azık hırsı sizi kökünüzden söküp atmasın."



ARİFİN VERDİĞİ ÖĞÜTLERİ DİNLEMEDİLER


• Öğüt veren kişi bunları söyledikten sonra "Allah hayırlar versin!" diyerek gitti ve o uzun yolda yolcular kıtlığa düştüler, fena hâlde acıktılar.


® Ansızın, yolda yeni doğmuş, semiz bir fil yavrusu gördüler.


® O fil yavrusunun üstüne azgın kurtlar gibi üşüştüler.. Onu kestiler, pişirdiler; tamamıyla yiyip ellerini yıkadılar.


® Yol arkadaşlarından birisi, fil yavrusunun etinden yemedi. Onlara da yememeleri için öğüt verdi. Çünkü, yolda kendilerine öğüt veren kişinin sözleri onun hatırında idi.




® O söz, adamın fil yavrusunu kebap edip yemesine engel oldu. Eski ve tecrübeli bir akıl, sana yeni bir taht bağışlar.


® Fil yavrusunu yiyenlerin hepsi uzanıp yattılar, uykuya daldılar. O aç adam ise, sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı.


• O, birdenbire korkunç bir filin geldiğini gördü. Fil, önce o uyumayan bekçiye doğru koştu.


® Onun ağzını üç defa kokladı; ağzından filin yavrusunun kokusu gelmiyordu.


® Bir kaç kere etrafında döndü, dolaştı sonra gitti. Böylece o kocaman, korkunç fil, ona ziyan vermedi, onu incitmedi.


® Sonra, uyuyanların hepsinin de ayn ayrı ağızlarını kokladı. Onların ağızlarından yavrusunun kokusu geliyordu.


® Çünkü onlar, filin yavrusunu kızartıp yemişlerdi. Fil de hemen onları paraladı, öldürdü.


© Böylece bir bir hepsini öldürdü. Onlardan ürkmüyor, korkmuyordu.


® Yavrusunun intikamını almak için onlann her birini havaya kaldırıp yere vurdu, param parça etti.


® Ey halkın basma geçip, kanını içen zâlim! Bu işten vazgeç de, halkın kanı seni savaşa düşürmesin, senden intikam almasın.


• Halkın malı, onların kanı gibidir. Bunu iyi bil ki, mal beden kuvveti ile elde edilir.





ANA FİLLER İNTİKAM ALIR (Nebi ve Veliler intikam alır)


• Fil yavrularının anaları kin güderler; bu yüzdendir ki, fil, yavrusunu yiyenlerden intikam alır.11


• Ey rüşvet yiyen kişi! Sen, fil yavrusu yiyorsun. Sana düşman olan fil kökünü kazır, seni mahveder.


© Ağzındaki haram lokma kokusu, hileciyi rezil eder. Çünkü fil, kendi yavrusunun kokusunu bilir.


® Yemen'deki ilahî kokuyu Medine'de hisseden azîz Peygamberimiz, bendeki bâtıl kokuyu nasıl olur da duymaz?


• Hz. Mustafa (s.a.v.) Efendimiz, Yemen ile Medine arası gibi uzak bir mesafeden rahmânî nefesi duyar da, bizim ağzımızdaki onu bunu çekiş tirmeyi, onda bunda kusur görmeyi ve şâir kötülüklerimizin, kötü huylanmızın kokusunu duymaz mı?


® Duyar, duyar ama bizden gizler; yüzümüze vurmaz. Çünkü bizim ağzımızdaki iyi kokular da, kötü kokular da göklere yükselmektedir.12


Mesnevi’nin Farsçadan dilimize çevrilmiş en güzel tercümesi olan bu kitapta Sertarik Mesnevihan Hz. Şefik Can (1909-2005) dedemiz bu beyitle ilgili sayfanın altına şu dipnotu yazmış:


12 Bu beyitte Fâtır Sûreşi'nin şu mealde olan 10. âyet-i kerimesine işaret vardır: "Güzel sözler, Allah'ın kabul dergâhına yükselir. Allah, iyi amelleri mükâfatlandırma maka mına yükseltir, yahut iyi amel; güzel sözleri, duaları, zikirleri yücelere götürür." Allah'ı anmak, duâ etmek, Kıtr'ân okumak gibi bütün güzel sözler, hadîsler, velîlerin ilahî sözleri Allah'a manen yükselir.



DÜŞÜNCELER


Hz. Mevlanamız, Mesnevi’nin 3. Cildinin bu hikayesinde bize şu dersleri vermektedir: Allah ondan razı olsun.


Öğüt dinlemenin gerektiğini, yapılan kötülüklerin, işlenen günahların kokusunun çıkacağını, yâni belli olacağını haber vermektedir. Bu hikâye münâsebeti ile Hz. Mevlâna'nm ifâde buyurduğu bazı nükteli sözler, hakikatlar 159. beyitten sonra gelecek beyitlerde görülecektir.


Bu hikâyedeki fil analarından maksat, velîler ve nebilerdir. Yavruları ise, onların manevî evlâdı demek olan gerçek müslümanlardır. Bu yüzden o müslümanlara zulüm etmek, hattâ etlerini yemek gibi sayılan gıybetlerinde bulunmak, velîlerin intikamına uğramakla neticelenir.


Şefik Can dedemizin tercümesinden alıntılar yapmama izin veren, Rahmetli Şefik Can Hocamızın talebesi, yaşayan son Mesnevihan sevgili Hayat Nur Artıran Hanımefendiye çok teşekkür ederiz.


Ailemiz 2015 ve 2018 (Tatlı bir artış var: Kaan)
 
Ailemiz - 15 Ağustos 2018 EREĞLİ

Bu yazıdan tek gayemiz Allah rızası için faydalı olmak inşallah.

Cenabı Allah Mesnevi’yi okuyup anlamayı ve uygulamayı cümlemize nasip etsin.



Celalin Penceresinden


13 Ağustos 2018 Pazartesi

Uzak Bir Aşk Hikayesi


Uzak Bir Aşk Hikayesi


Merhabalar Sevgili gönül dostlarımız,


Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun, Güzel bir hafta geçirmeniz dileğiyle…

 
Komşum Yaşar KELEŞ bey ile üçgöz parkında sohbet ederken - 8 Ağustos 2018 EREĞLİ



Bu haftaki yazımızda yıllar önce, Eylül 2014’te arşivime kaydettiğim, duygulanarak okuduğum bir yazıyı paylaşmak istiyorum izninizle...


Bu yazı, ünlü müzisyen Engin Noyan’ın kendisi gibi sonradan dindar bir hayata başlayan ikinci eşi Sevda Noyan’a aittir.


Arşive şöyle kaydediyorum. Ben beğendiğim yazıları 2013’te açtığım ‘Sevdiğim Yazılar’ blog sitesinde yayınlar ve Türkbilgi isimli mail grubumdaki dostlara mail atarım.


(Eğer sevdiklerinizin de bu mailleri almasını isterseniz, onlara şunu yapmalarını öneriniz=

 

 TÜRK BİLGİ E-Mail GRUBU'na abone olmak için= turkbilgi+subscribe@googlegroups.com 'a boş bir mail atınız.


Akıllı telefonunuzdan veya bilgisayarınızdan günde 2-3 kez güzel ve faydalı yazı okursunuz.)


Sevda Noyan - Uzak Bİr Aşk Hİkayesİ


Bu ilk yazımda gündemden, ülkemizden, bizden uzak bir yazı yazıyorum.


"Bir açgözlülük saplantısı içindesiniz" diyor Allah bizi tarif ederken Tekasür suresinde. Ve "açgözlülüğün mezarlarımıza girinceye kadar süreceğini" haber veriyor.


Evlerimiz kullanmadığımız ve kullanmayı düşünmediğimiz eşyalarla dolu. Hayatlarımız  gereksiz insanlar ve olaylar yığını. Deli gibi birşeylerin peşinde koşturuyoruz; koşmak marifet gibi sunuluyor. Koşmama hakkın yok! Teknoloji çağı, iletişim çağı, her an herşeyden haberdarız, hep iletişim halindeyiz ama hiç bu kadar büyük olmamıştı yanlızlığımız.


Birbirimize sürekli kötü davranıyoruz, farkında olarak ya da olmayarak. Empatinin varlığını unutmuşuz. Bize benzemeyeni, bizim gibi düşünmeyeni düşman etmişiz kendimize gereksiz yere. Sevgi algımız dumura uğramış, ne kadar çok ilgi - o kadar çok sevgi. Hep bir hoyratlık, hep bir kabalık lök gibi oturmuş hayatlarımıza. Cinselliğin adı aşk olmuş.


Aşk... Bu kadar kolay mı aşk?




Zaten bir delilik hâli diyor deneyimli bir psikiyatr olan kayınpederim Dr. Erdoğan Noyan aşk için. "Uzun süre devam edemez..." diye sürdürüyor konuşmasını, "Ancak aşk sevgiye dönüşüp, dost olunabilinirse bir anlamı var!" diyor.


HİKAYE BAŞLIYOR


Bu yazımda bir aşk hikayesi anlatmak istiyorum, Sezen Aksu şarkıları tadında...


Geçtiğimiz yıllarda kitap fuarı için Berlin'e gitmiştik. Her zamanki gibi ilk  günlerim şehrin en iyi kahvesini yapan yeri aramak ve yürüyüş yapmakla geçti.  Akşam otele döndüğümde Engin uzun yıllardır haber alamadığı bir arkadaşının ona ulaştığını ve fuara  görmeye geldiğini anlattı. Yıllar sonra görüşme fırsatı yakalamanın heyecanı sarmıştı Engin'i çok sevinmişti, arkadaşının benimle tanışmayı çok arzu ettiğini ve bizi Berlin'in en çok tanınan kafelerinden birine davet ettiğini söyledi... Böyle bir fırsatı elbette kaçırmak istemedim, hemen kabul ettim.


Ertesi günü öğlen saatlerine yakın Engin'nin arkadaşı K........(izin almadığım için adını yazmayı uygun görmedim) bizi otelimizden aldı. Küçük ama zevkle döşenmiş, mis gibi kahve kokan kalabalık bir ortamda lezetli birşeyler atıştırdık ve kahvemizi afiyetle yudumladık. K.......'in hüzünlü tavrı ve biraz tutuk konuşması havamızı değiştirdi; konuşma ilerledikçe K.........  açılmaya başladıysa da hep bir tedirginlik, hep bir gizem  vardı masamızda. Bir süre sonra kendinden bahsetmeye başladı: işinden , uzun yıllardır Berlin'de süren yaşamından, eskilerden... Konuştukça rahatladı ve sohbet doğal olarak  daha samimi bir havaya büründü. Bir kaç saat sonra sakin ama yavaş bir sesle "Sizi eşimle tanıştırmak istiyorum..." dedi.


Ani gelen bu teklif bizi şaşırtmış olsa da kabul ettik. "Hemen gidebilir miyiz?" diye devam etti. Nedense çok heyecanlanmıştı... "Eve gitsek sizin için sakıncası olur mu?" diye sordu.Bizim için problem olmıyacağını söyledikten sonra  apar topar yola çıktık.


Kısa süren bir yolculuktan sonra  geniş kapıları olan biraz farklı bir apartmanın önüne geldik. Habersiz ve eli boş gelmekten Engin de ben de biraz tedirgin olmuştuk, ama yapabileceğimiz birşey yoktu.  K........'in heyecanlı tavrına anlam verememiştik. Engin'inin yüzüne "Ne oluyor?" der gibi baksam da,sorum cevapsız kaldı.


M… İLE TANIŞTILAR


Asansörün önüne gelince ikimiz de şaşkın şaşkın birbirimize baktık... Asansör hastane için hazırlanmış gibiydi, bir hayli geniş ve oldukça temizdi. Şaşkınlığımızı fark eden K........  gülümsedi "Hastaneye benziyor değil mi?" diye sordu. Ben tam "Evet..." der gibi bir şeyler geveliyordum ki, asansör durdu. "Buyrun..." dedi K.........  candan bir tavırla. İndiğimiz katta karşılıklı iki kocaman kapı vardı, sağ taraftaki kapıyı bize işaret ettikten sonra zili çaldı, bir-iki dakika geçmeden üzerinde beyaz önlük olan genç bir delikanlı gülerek kapıyı açtı, bize içeri girmemiz için yol verdi. Girdiğimiz holden oldukça büyük bir salona geçtik, salonun tam ortasında kocaman bir hasta yatağı ve içinde bize gülen gözlerle bakan bir hanım vardı. İkimiz de ne yapacağımızı bilemez halde salonun ortasında kalakaldık. Yatakta yatan zayıf, rengi solmuş ve daha ilk bakışta hareket edemediği belli olan hanımefendiyi yanağından öpmekte olan K....... bizi o halde görünce gülümseyerek yatağın yanında ki koltukları işaret etti ve "Buyrun... " dedi.


Konuşmaya devam etti "Tanıştırayım: eşim M.........(bir çicek adı)!"


Ben başımla selam verirken Engin Almanca birşeyler söyledi.




 K...... devam etti "Eşim..."dedi, yutkundu,"Eşim MS hastası... Bundan yirmiüç yıl önce evlenmeye karar verdiğimiz günlerde ataklar başladı ve hastalık teşhis edildi. O günden beri hiç ayrılmadık. Hastalığın tüm aşamalarını birlikte yaşadık; seyri oldukça meşakkatli ve üzücüydü ama bu bizi yıldırmadı... İlişkimizin başında bir karar almıştık ve bunu hâlâ uyguluyoruz... Biz birbirimize âşık olduk ve hayatı paylaşmaya karar verdik; bu hiç değişmedi, birlikte okuduk, birlikte gezdik, herşeyi konuştuk paylaştık, şimdi en zor dönemi geçiriyor olsak da ona da bir çare bulduk:  M.....  artık konuşamıyor, ağzı ile konuşamıyor ama gözleriyle konuşuyor! Yanlış anlamayın, mecaz değil gerçekten gözleriyle konuşuyor: mors alfabesi ile konuşuyoruz;  gözlerini açıp kapatarak bana her şeyi anlatıyor... bazen kavga bile ediyoruz! Şimdi onu dinlemezsem, biraz sonra azar işitebilirim!


O yüzden bakalım sizlere ne söyleyecek!" diyerek  M......'e  döndü, yatağın yanından çıkardığı üzerinde alfabe yazan bir tabloyu M.......'e doğru tuttu, gözlerinin içine bakarak gözkapağı hareketlerinden bize "Hoşgeldin!" dediğini, ne içmek istediğimizi sorduğunu, ziyaretimiz için çok sevindiğini anlattı.


ESPRİ BİLE YAPTI


Engin ve ben gözyaşlarımıza mani olamadık. Öyle karışık duygular hissettirdi ki bana gördüklerim sözcüklere dökmekte zorlandım. Bizim hüznümüz ve duygu yoğunluğumuz yüzlerimize yansımıştı ki K...... gülümseyerek konuşmaya devam etti."M........  diyor ki,benim için üzülmesinler, ben çok mutlu bir hayat yaşıyorum... Allah bana bu hastalığı verdi ama bunun yanında hiç bitmeyen bir aşk hediye etti, bana besteler yapan, kitaplar okuyan, hep yanımda olan, herşeyi konuşabildiğim bir hayat arkadaşım oldu! Tanıdığım hiç bir kadın benim kadar şanslı değildi!"


 M....... , K........ 'in yardımıyla bizimle uzun uzun sohbet etti, hattâ çok konuşmasıyla ilgili espriler bile yaptı!


Bu aşk beni o zaman da çok etkilemişti, şimdi de çok etkiliyor. Birbirini dinlemeyen, anlamayan , değer verdiğini göstermeyen, bencil, benmerkezci, çıkarcı bir insan yığını olduk. Özensiz olmamız herşeyimize yansıdı. Hep "alma odaklı" kurgulanıyor hayatlarımız. Sözlerimizin kimleri yaraladığının farkında değiliz. Bu öyle içimize işlemiş ki, siyasetçisi, işadamı, işkadını, akraba, komşu, hattâ en çok sevdiklerimiz bile hoyrat ve futursuz.


Hiç takdir yok! Hep eleştiri, hep şikayet, hep yerden yere vurma. İnanmakta zorlandığım mutsuzluk kumkumaları sarmış etrafımızı. Öyle bir hale geldik ki, önümüze ilk çıkana akıtıyoruz zehirimizi!


K.......... ve M........... olumsuz koşulları mutluluğa ve sevgiye, vefaya dönüştürebildiyse, bizim neyimiz eksik? Hayatlarınıza bakın lütfen memnun musunuz? Özenli misiniz? Yeterince "insan" mısınız?


Unutmayalım biz ne kadar insansak, etrafımız o kadar insan; biz ne kadar demokratsak, etrafımız o kadar demokrat; biz ne kadar Müslümansak, etrafımız o kadar Müslüman.


Kimse kimseyi değiştiremez! Aslolan kendimiz değişebiliyor muyuz... İşte bütün mesele bu: OLMAK ya da OLMAMAK!




***


Bu güzel yazıdan herkes bir ibret alabilir.


Benim şu anki halime ne kadar çok şükretmem gerektiğini hatırlattı mesela.


Hepimiz kendimizden daha zor durumdakileri düşünmeli, dilimizi alıştırmalı ve içimiz şükür hissiyle dolup Allah’a sık sık ELHAMDÜLİLLAH demeliyiz inşallah…




Sahip olduğumuz maddi manevi sayısız nimetler için binlerce ELHAMDÜLİLLAH…



Celalin Penceresinden