Şükretmek: Çok güzel bir Hikaye
Günaydın sevgili gönül dostlarımız,
Bugün pazartesi. Efendimiz de SAV bir pazartesi günü dünyayı
şereflendirmiştir. Bu yüzden ecdadımız pazartesi gününü çok severmiş. Pazartesi
sendromu kavramı bize batıdan geçti.
Beş yeğenimle - Ağustos 2018 Ereğli |
Yıllar önce radyoda kıymetli bir hocanın sohbetinde dinlemiştim:
Efendimize SAV yıllarca çile, işkence ve eziyetler çektiren,
Allah'ın Kuran'da cehennemlik olduğunu bildirdiği, Efendimizin amcası Ebu
Lehep'i, bir Allah dostu evliya rüyasında cehennemde azaptayken görüyor... Ebu
Lehep rüyasında ona demiş ki:
Sadece Pazartesi günleri azabım hafifliyor. O gün, Yetim yeğenim
Muhammed'in SAV doğum haberini alınca bir köle azat etmiştim, diyor.
Allah'ın sevgilisi Efendimizi SAV çok sevelim. Sevmek için hayatını
okuyup onu tanıyalım ve severek sünnetine uyalım, ki Allah’ta bizi sevsin.
“Ey Resulüm, de ki: ‘Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız,
gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur,
rahimdir!’ (çok affedicidir, engin
merhamet ve ihsan sahibidir) ” (Ali İmran suresi, 31.
ayet)
Yeni başladığımız bu haftada Allah işlerinizde başarı,
yuvalarınızda huzur versin.
Efendim şükretmemizi sağlamanın en kolay yolu , bizden daha zor durumdakilere
bakıp halimize şükretmemizdir. Bu konuda çok güzel bir hikaye paylaşmak
istiyoruz:
Şükretmek | Çok Güzel Bİr Hİkaye
Tuğrul, annesinin sofraya getirdiği bulgur pilavını görünce, yüzünü
buruşturdu.
-Üç gündür aynı şey anne, diye şikâyet etti. Pilav, pilav, pilav…
Anne tabağı sofraya koyduktan sonra:
-Oğlum ne yapalım? Elimizde var mı ki sana çeşitli yemekler
pişireyim… Paramız var mı ki istediklerini alayım…
Tuğrul gözlerini kıstı:
-Komşumuzun oğlu Ahmet’i biliyorsun anne… Evlerinde çeşit çeşit
yemek çıkıyor. Mert de öyle, Selim de öyle… Üstelik hiç birinin cebinden
harçlığı eksik olmuyor. Bıktım bu parasızlıktan. Benim onlardan farkım ne?
Annesi ağlamamak için başını arkaya çevirdi. Üzüntü dolu bir sesle:
-Oğlum, bu elimizde olan bir şey mi? Baban sonunda iyi kötü bir iş
buldu. Kazancıyla kıt kanaat geçinip gidiyoruz. Hem sen başkalarına ne
bakıyorsun? Onlar kadar zengin değiliz ki biz.
-Neden olmuyoruz, neden olamıyoruz ya?
Hışımla sofradan kalktı.
-Ben bu yemeği yemiyorum! Hep aynı yemek! Bıktım! Pantolon desen
yamalı yırtık! Gömlek desen eski püskü! Yeter ya!
-Oğlum Tuğrul! Nereye böyle?
Tuğrul, eskimiş, yer yer boyası dökülmüş mon-tunu sırtına
geçirirken annesine boş gözlerle baktı, cevap vermedi. Kapıyı çektiği gibi
çıktı.
Zavallı anne bitkin ve kederli bir halde içini çekti önce… Sonra
yanaklarına doğru birkaç damla yaş süzüldü. Peşinden bir hıçkırık… Sarsıla
sarsıla ağlamaya başladı.
-Ya Rabbim, ne olacak bu hâlimiz bizim? Bize yardım et.
Hem ağlıyor, hem dua ediyordu. Zavallı kadın üzüntüsünden tek bir
lokma bile yiyemedi.
Tuğrul, elleri montunun cebinde ayaklarını sürüyerek çıktı evden.
Zorla yürüyordu sanki. Bir yandan da söyleniyordu.
-Pilavmış, para yokmuş! Herkes hayatını yaşıyor, biz sürünüyoruz.
Ah gözün kör olsun fakirlik!
Gözleri önünde yürüyordu. Sanki bütün herkes kendisine bakıyor ve
içten içe alay ediyordu. Sanki başını kaldırsa onu birbirlerine gösterip alay
edeceklermiş gibi hissediyordu.
Söylene söylene parka kadar gelmişti. Kafasını kaldırdı, oturacak bir
yer aradı. Adımlarını sürüyerek parka girdi ve bankın birine oturdu. En azından
biraz kendine gelirdi. Gözleri, ucu yırtılmak üzere olan ayakkabısına takıldı.
Ayaklarını hafif içeri çevirerek gizlemeye çalıştı.
-İşe bak, dedi. Ayakkabı, ayakkabı değil, sanki pabuç.
Bu sırada bir çocuk yanına yaklaştı.
-Boyayayım abi, dedi.
İsteksiz bir tavırla çocuğu inceledi. Eli yüzü kapkaraydı.
Elbiseleri lime limeydi. Lastik ayakkabıları vardı. Elindeki pabucu uzatmış,
bekliyordu. Çocuk, Tuğrul’un manasız manasız baktığını görünce :
-Hişt abi, dedi. Boyayalım mı, dedim!
Tuğrul ezgin bezgin gözlerini kaçırmaya çalıştı:
-Param yok ki, dedi. Hem şuna baksana, boyanacak neresi kalmış?
Boyacı çocuk onun hâline acıdı ve yanına oturuverdi.
-İsmin ne abi senin? diye sordu.
Tuğrul şaşkın bir tavırla ona baktı:
-Tuğrul, dedi. Ya seninki?
-Benimki de Hasan… Kötü bir şey mi oldu abi?
Derdini soran bir dost bulmak Tuğrul’u sevindirmişti. Anlatmaya
başladı derdini, içini döktü. Hasan işini bıraktı, onu dinledi. Konuşması bitince
Hasan:
-Hayatımız birbirine benziyor abi, dedi. Üstelik babam da yok
benim. Evin tek erkeğiyim. Ama hâlimden şikâyetçi değilim. Buna da şükür.
Sabahtan öğleye kadar okula gidiyor, okuldan gelince de boya sandığını alıp
buralara geliyorum. Günde 10-15 ayakkabı boyuyorum. Az çok bir şey geçiyor
elime. Kazandığımı da evin masraflarına harcıyoruz. Hâlimize şükrediyoruz.
Sonuçta bizden beter olan da var, değil mi?
Tuğrul şaşkın şaşkın bakarken Hasan kalktı.
-Gidiyorum abi, dedi. İstersen ayakkabını boyayayım, para almam.
-Sağol Hasan, dedi. Başka zaman inşallah.
Hasan giderken arkasından baktı ve o an fark ettiği durum
karşısında sanki başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetti. Ayakları
engelliydi Hasan’ın. Topallayarak, zar zor yürüyordu. Oysa kalkıp gidene kadar
bunu hiç fark etmemişti. Kaldı ki, Hasan da bundan hiç bahsetmemişti.
O an ister istemez gözleri kendi ayaklarına gitti; koşabildiği,
atlayıp zıplayabildiği, sapasağlam ayaklarına. Babasız ve engelli bir çocuğun
ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak için gösterdiği bunca azim ve irade
inanılmazdı. Asıl şimdi ezildiğini hissetti.
Öyle değil mi idi ya? Neden, şu durumunda bile, daha beter durumda
olan, hatta bir elbise bulamayıp tek giysiyle yaşayan, bir dilim ekmek için
çöplükleri karıştıran kimseleri düşünerek haline şükreden Hasan kadar
olamıyordu?
- Ne kadar da aptalım, diye hayıflandı. Hasan’ın hâline bak, şu
halinde bile boyacılık yapıyor, parasını kazanıyor, bir de ev geçindiriyor.
Bana ne oluyor? Yok, zengin olmakmış, yok para bulmakmış! Hem ben çalışmıyorum
da! Rahatlığı bulmuşum, daha fazlasını istiyorum. Bana ne arkadaşlarımdan,
Mert’ten Selim’den bana ne?
Böyle düşündüğüne sevindi. İçi rahatlamış bir şekilde doğruldu.
Hafiften kararmaya yüz tutmuş havaya baktı.
Başını önüne eğip:
-Annemi bugün çok üzdüm, kalbini kırdım, dedi. Gidip gönlünü
alayım, elini öpeyim.
Ve acıktığını hissetti o an. Canı bulgur pilavı istiyordu. Bu
değişikliğe hayret etti.
Adımlarını sürüyerek, hâlinden utanç duyarak, fakirliğe isyan
ederek geldiği yoldan, şimdi pişman bir şekilde, haline şükrederek dönüyordu.
******
18. DEVA’DAN ALINTIYLA YAZIMIZI BİTİRİYORUZ
Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekvâ
(ŞİKAYET) edemezsin. Belki sen, kendinden
sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan biçare (ÇARESİZ) hastalara
bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir
gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah’a şükret.
Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin
hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha
yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin.
(BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ – HASTALAR RİSALESİ, 18.
DEVA)
Cenab-ı ALLAH, hepimizi imtihanımız olarak verdiği musibet ve sıkıntılara hakkıyla sabreden, ve de verdiği sayısız nimetlere her zaman şükreden salih kullarından eylesin.
Celalin Penceresinden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder