27 Ağustos 2018 Pazartesi

Şükretmek: Çok güzel bir Hikaye


Şükretmek: Çok güzel bir Hikaye


Günaydın sevgili gönül dostlarımız,


Bugün pazartesi. Efendimiz de SAV bir pazartesi günü dünyayı şereflendirmiştir. Bu yüzden ecdadımız pazartesi gününü çok severmiş. Pazartesi sendromu kavramı bize batıdan geçti.

Beş yeğenimle -  Ağustos 2018 Ereğli

Yıllar önce radyoda kıymetli bir hocanın sohbetinde dinlemiştim:


Efendimize SAV yıllarca çile, işkence ve eziyetler çektiren, Allah'ın Kuran'da cehennemlik olduğunu bildirdiği, Efendimizin amcası Ebu Lehep'i, bir Allah dostu evliya rüyasında cehennemde azaptayken görüyor... Ebu Lehep rüyasında ona demiş ki:


Sadece Pazartesi günleri azabım hafifliyor. O gün, Yetim yeğenim Muhammed'in SAV doğum haberini alınca bir köle azat etmiştim, diyor.




Allah'ın sevgilisi Efendimizi SAV çok sevelim. Sevmek için hayatını okuyup onu tanıyalım ve severek sünnetine uyalım, ki Allah’ta bizi sevsin.


“Ey Resulüm, de ki: ‘Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir!’ (çok affedicidir, engin merhamet ve ihsan sahibidir)(Ali İmran suresi, 31. ayet)


Yeni başladığımız bu haftada Allah işlerinizde başarı, yuvalarınızda huzur versin.


Efendim şükretmemizi sağlamanın en kolay yolu , bizden daha zor durumdakilere bakıp halimize şükretmemizdir. Bu konuda çok güzel bir hikaye paylaşmak istiyoruz:


Şükretmek | Çok Güzel Bİr Hİkaye


Tuğrul, annesinin sofraya getirdiği bulgur pilavını görünce, yüzünü buruşturdu.


-Üç gündür aynı şey anne, diye şikâyet etti. Pilav, pilav, pilav…


Anne tabağı sofraya koyduktan sonra:

-Oğlum ne yapalım? Elimizde var mı ki sana çeşitli yemekler pişireyim… Paramız var mı ki istediklerini alayım…


Tuğrul gözlerini kıstı:

-Komşumuzun oğlu Ahmet’i biliyorsun anne… Evlerinde çeşit çeşit yemek çıkıyor. Mert de öyle, Selim de öyle… Üstelik hiç birinin cebinden harçlığı eksik olmuyor. Bıktım bu parasızlıktan. Benim onlardan farkım ne?


Annesi ağlamamak için başını arkaya çevirdi. Üzüntü dolu bir sesle:


-Oğlum, bu elimizde olan bir şey mi? Baban sonunda iyi kötü bir iş buldu. Kazancıyla kıt kanaat geçinip gidiyoruz. Hem sen başkalarına ne bakıyorsun? Onlar kadar zengin değiliz ki biz.


-Neden olmuyoruz, neden olamıyoruz ya?




Hışımla sofradan kalktı.

-Ben bu yemeği yemiyorum! Hep aynı yemek! Bıktım! Pantolon desen yamalı yırtık! Gömlek desen eski püskü! Yeter ya!


-Oğlum Tuğrul! Nereye böyle?


Tuğrul, eskimiş, yer yer boyası dökülmüş mon-tunu sırtına geçirirken annesine boş gözlerle baktı, cevap vermedi. Kapıyı çektiği gibi çıktı.


Zavallı anne bitkin ve kederli bir halde içini çekti önce… Sonra yanaklarına doğru birkaç damla yaş süzüldü. Peşinden bir hıçkırık… Sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.


-Ya Rabbim, ne olacak bu hâlimiz bizim? Bize yardım et.

Hem ağlıyor, hem dua ediyordu. Zavallı kadın üzüntüsünden tek bir lokma bile yiyemedi.


Tuğrul, elleri montunun cebinde ayaklarını sürüyerek çıktı evden. Zorla yürüyordu sanki. Bir yandan da söyleniyordu.


-Pilavmış, para yokmuş! Herkes hayatını yaşıyor, biz sürünüyoruz. Ah gözün kör olsun fakirlik!


Gözleri önünde yürüyordu. Sanki bütün herkes kendisine bakıyor ve içten içe alay ediyordu. Sanki başını kaldırsa onu birbirlerine gösterip alay edeceklermiş gibi hissediyordu.


Söylene söylene parka kadar gelmişti. Kafasını kaldırdı, oturacak bir yer aradı. Adımlarını sürüyerek parka girdi ve bankın birine oturdu. En azından biraz kendine gelirdi. Gözleri, ucu yırtılmak üzere olan ayakkabısına takıldı. Ayaklarını hafif içeri çevirerek gizlemeye çalıştı.


-İşe bak, dedi. Ayakkabı, ayakkabı değil, sanki pabuç.


Bu sırada bir çocuk yanına yaklaştı.

-Boyayayım abi, dedi.


İsteksiz bir tavırla çocuğu inceledi. Eli yüzü kapkaraydı. Elbiseleri lime limeydi. Lastik ayakkabıları vardı. Elindeki pabucu uzatmış, bekliyordu. Çocuk, Tuğrul’un manasız manasız baktığını görünce :


-Hişt abi, dedi. Boyayalım mı, dedim!


Tuğrul ezgin bezgin gözlerini kaçırmaya çalıştı:

-Param yok ki, dedi. Hem şuna baksana, boyanacak neresi kalmış?


Boyacı çocuk onun hâline acıdı ve yanına oturuverdi.

-İsmin ne abi senin? diye sordu.


Tuğrul şaşkın bir tavırla ona baktı:

-Tuğrul, dedi. Ya seninki?


-Benimki de Hasan… Kötü bir şey mi oldu abi?


Derdini soran bir dost bulmak Tuğrul’u sevindirmişti. Anlatmaya başladı derdini, içini döktü. Hasan işini bıraktı, onu dinledi. Konuşması bitince Hasan:


-Hayatımız birbirine benziyor abi, dedi. Üstelik babam da yok benim. Evin tek erkeğiyim. Ama hâlimden şikâyetçi değilim. Buna da şükür. Sabahtan öğleye kadar okula gidiyor, okuldan gelince de boya sandığını alıp buralara geliyorum. Günde 10-15 ayakkabı boyuyorum. Az çok bir şey geçiyor elime. Kazandığımı da evin masraflarına harcıyoruz. Hâlimize şükrediyoruz. Sonuçta bizden beter olan da var, değil mi?


Tuğrul şaşkın şaşkın bakarken Hasan kalktı.

-Gidiyorum abi, dedi. İstersen ayakkabını boyayayım, para almam.


-Sağol Hasan, dedi. Başka zaman inşallah.


Hasan giderken arkasından baktı ve o an fark ettiği durum karşısında sanki başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetti. Ayakları engelliydi Hasan’ın. Topallayarak, zar zor yürüyordu. Oysa kalkıp gidene kadar bunu hiç fark etmemişti. Kaldı ki, Hasan da bundan hiç bahsetmemişti.




O an ister istemez gözleri kendi ayaklarına gitti; koşabildiği, atlayıp zıplayabildiği, sapasağlam ayaklarına. Babasız ve engelli bir çocuğun ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak için gösterdiği bunca azim ve irade inanılmazdı. Asıl şimdi ezildiğini hissetti.


Öyle değil mi idi ya? Neden, şu durumunda bile, daha beter durumda olan, hatta bir elbise bulamayıp tek giysiyle yaşayan, bir dilim ekmek için çöplükleri karıştıran kimseleri düşünerek haline şükreden Hasan kadar olamıyordu?


- Ne kadar da aptalım, diye hayıflandı. Hasan’ın hâline bak, şu halinde bile boyacılık yapıyor, parasını kazanıyor, bir de ev geçindiriyor. Bana ne oluyor? Yok, zengin olmakmış, yok para bulmakmış! Hem ben çalışmıyorum da! Rahatlığı bulmuşum, daha fazlasını istiyorum. Bana ne arkadaşlarımdan, Mert’ten Selim’den bana ne?


Böyle düşündüğüne sevindi. İçi rahatlamış bir şekilde doğruldu. Hafiften kararmaya yüz tutmuş havaya baktı.


Başını önüne eğip:

-Annemi bugün çok üzdüm, kalbini kırdım, dedi. Gidip gönlünü alayım, elini öpeyim.


Ve acıktığını hissetti o an. Canı bulgur pilavı istiyordu. Bu değişikliğe hayret etti.


Adımlarını sürüyerek, hâlinden utanç duyarak, fakirliğe isyan ederek geldiği yoldan, şimdi pişman bir şekilde, haline şükrederek dönüyordu.


******


18. DEVA’DAN ALINTIYLA YAZIMIZI BİTİRİYORUZ


Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekvâ (ŞİKAYET) edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan biçare (ÇARESİZ) hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah’a şükret.


Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin.


(BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ – HASTALAR RİSALESİ, 18. DEVA)




Cenab-ı ALLAH, hepimizi imtihanımız olarak verdiği musibet ve sıkıntılara hakkıyla sabreden, ve de verdiği sayısız nimetlere her zaman şükreden salih kullarından eylesin.



Celalin Penceresinden


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder