Nedir bu “Emanet” ?
Geçenlerde Facebook’ta bir sayfada paylaşılan şu
ayete takıldım kaldım:
“Biz
emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten
kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi. İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir.” (AHZÂB
suresi - 72. ayet)
Rabbimizin sadece biz insana yüklediği bu önemli emanet
nedir diye Google’da araştırırken Fatih
Yağcı ismindeki gencin şu sohbetini izledim:
1984 doğumlu Fatih Yağcı, Risale-i Nur kitaplarından okuyarak, İzmir’de gençlere iman
hakikatlerini etkileyici üslupla anlatan genç bir ingilizce öğretmenidir.
Fatih kardeşim sohbetinin başında dedi ki: Büyük
islam alimi Bediüzzaman Said Nursi (1876-1960)
Sözler isimli eserinde 30. SÖZ’de bu
emaneti anlatıyor.
Bediüzzaman
diyor ki: Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu bu emanetin
birçok yönünden bir tanesi de Ene'dir.
ENE demek enaniyet, BENLİK, batılıların EGO dediği kavramdır.
Ene, gizli hazineler olan Cenab-ı hakkın isimlerini keşfetmemiz için
bir anahtar, kainatın açıklaması zor gizli sırlarını açan müthiş bir
anahtardır.
Yani kısaca dersek, o ene bize Allah’ı tanımamız
için verilmiştir. Hayırda kullanırsak Rabbimizi tanıyoruz. Şerde kullanırsak
cehennem kapılarını bize açacak bir anahtar da olabiliyor.
Hepimiz gurur, benlik, enaniyet yapmamak için bir
gayret sarfetmişizdir. Ama hiç tahmin ediyor muydunuz, bu enaniyet Allah’ın
isimlerini açan bir anahtar olacak?
Fatih kardeşim, konuya böyle giriş yaptıktan
devam etti. Önce Bediüzzaman’ın konu hakkında yazısını okudu ve açıkladı:
“Sâni'-i Hakîm, insanın eline emanet
olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek,
tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir
vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat
vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî
hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve
tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.”
Bediüzzaman
diyor ki: Rabbimiz insanın eline emanet
olarak (evet emanet, ahirette geri alınacak, cennette enaniyet olmayacak) bir
ENE vermiştir. O ene’yle Rabbimizin vasıf, sıfat, özelliklerini ve ilahi
hallerini anlayabiliyoruz.
O ene, bir
vâhid-i kıyasî’dir. Bir kıyaslama birimidir. Yani ENE, bir ölçü birimidir. Fakat aslında ene’nin bir varlığı yoktur.
Mesela
geometredeki ölçüler gibidir. Bir metre, meridyen, kilo, kilometre. Bu ölçüler
gerçekte hayalidir. Meridyen diye
bir madde var mı?
Ene’de hayali
bir ölçü birimidir. Nasıl ki ben şu evin sahibiyim, Rabbim de şu kainatın
sahibidir diyerek bir kıyas yapıyoruz. Ama bu sahibiyetlik hayalidir.
Çünkü Allah
Malik-ül Mülk’tür. Yani mülkün asıl sahibi Cenab-ı Hak’tır. Eğer sahibi biz
olsaydık, ev, araba, altın, vs mezara götürürdük.
Mesela
Rabbimiz Kuran’da ben herşeyi görürüm diyor. Bizdeki görme olmasaydı, bu
ayetten hiçbir şey anlamayacaktık. Göz şimdi ne işe yaradı? Rabbimizin Basir (Herşeyi gören Allah) ismini açan
bir kıyas birimi oldu.
Ben nasıl
görüyorum, Rabbim de, Ben herşeyi görürüm, diyor. Ucundan da olsa görmenin
nasıl olduğunu anlayabiliyoruz.
Ben nasıl ki bu evi
inşa ettim, içini dizayn ettim. Rabbim de şu dünya evini inşa edip düzenlemiş,
deriz ve hakeza, bunun gibi...
Ben insanlara ikram
etmeyi, iyilik yapmayı, güzel ve temiz olan herşeyi seviyorum, içimdeki sevgi,
cömertlik, sabır, affetmek, dostluk, gurur, iffet, adalet, şefkat, merhamet,
aşk, şiddet, öfke gibi binlerce duygular;
Mühendislik,
doktorluk, mimarlık, aşçılık, ressamlık, yöneticilik, amirlik, siyaset,
öğretmenlik gibi binlerce kabiliyetler aslında
Rabbimizi tanımak için bize emanet verilen bu ENE’nin mahiyetindendir.
Yani bize verilen bu
ölçücükler ile Rabbimizi tanıyoruz ve seviyoruz. Rabbimiz Kuran’da ben Alim’im
diyor. Ben mesela elektronik teknikeriyim. Ben binlerce bilimden sadece
elektroniğin -o da çok az kısmını-
biliyorum.
Rabbimizin atomun
çekirdeğinden galaksilere kadar bütün ilimleri bilen Alim isminin nasıl olduğunu anlayabildim. Yani kendimin bilmesinden
kıyasladım.
Allah’ın insanları bu
dünyaya göndermesinin gayesi ve hikmeti üçtür. Rabbini tanımak, O’na iman etmek ve ibadet etmektir.
Allah’a iman etmek
için O’nu tanımamız gerek. İnsan tanıdığı şeye inanır. İşte O’nu tanımamız için
de her insana ALLAH, emanet bir ENE
vermiştir.
Eğer insan, eneyi
doğru kullanırsa ahsen-i takvime çıkar, cennet müjdesine nail olur. Enenin bir
kıyaslama birimi olduğunu ve yani o hayali sahipliğinin aslında Rabbini
tanıtmak için olduğunu bilir ve kulluğunu yaparsa eneyi doğru kullanmış olur.
Ama emanet verilen o
ENE’nin yaratılış hikmetini unutup asıl vazifesini terketse, kendini asıl sahip
zannetse, o vakit emanete hıyanet
etmiş olur.
O ENE çocukken ince bir tel iken mahiyeti bilinmezse,
insan büyüdükçe gittikçe kalınlaşır. İnsan vücuduna yayılır. Koca bir ejderha gibi insanı yutar.
Enaniyet’in anlamı,
herşeyi kendinden bilmektir. Ben yaptım, ben ettim, ben kazandım, vs. diyen
şirk’e düşer. Ve şirk (Allah’a sıfat ve fiillerinde başkasını ortak koşma)
Allah’ın asla affetmeyeceği suçtur ve ebedi cehenneme gider.
İşte cehennemin Top Ten’lerinden
firavunlar, nemrutlar, ebu cehiller, içlerinde Enaniyeti öyle büyütmişler ki,
adeta baştan aşağı ENE olmuşlar. Firavun
biliyorsunuz, ben sizin en yüce Rabbinizim, demişti. (Naziat suresi 24)
Bu konuyu burada
kesiyorum, zira yazı çok uzadı. Eğer konu hakkında 30. SÖZ’ü okumak isterseniz
tıklayınız:
Ben bazen bir yazıya
başlayıp bir saat neyi ve nasıl yazayım diye düşünüyorum. Yazıyı yazan kalem, bir sebeptir. İnsan da düşünen
canlı bir sebeptir. Nasıl ki yazıyı
kalem yazdı, demiyorsak; yaptığımız hiçbir işe ben yaptım gibi sahip
çıkmamalıyız ki şirk olmasın. Allah nasip ediyor demeliyiz.
Burada benim yorumum veya katkım yoktur. Ben sadece
Bediüzzaman hazretlerinin 30. söz eserinin ve Fatih Yağcı kardeşimin sohbetinin
özetini yazdım. Allah onlardan razı olsun.
Bana bu yazıyı nasip
eden Rabbimize hamdolsun. Allah bizleri enaniyetten korusun ki şirke
düşmeyelim.
Celal Çelik
Ankara ( Konya-Ereğli )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder