Bir Kurban Bayramı Hikayesi
Kurban, kelime manası
olarak, yaklaşmak yani Allah'a
yakınlaşmak demektir. Kurban sadece Allah'ın rızasını umarak kesilir.
Yüce Allah, biliyorsunuz kurban edilen bir koç karşılığında Hz.
İsmail’in hayatını bağışlamıştır.
Kestiğimiz kurbanlar, bize,
çocuklarımıza ve yakınlarımıza gelecek bela, kaza ve musibetleri de
bir yıl boyunca önler.
Kurban bayramınızı en kalbi
duygularımla kutluyorum.
Sevdiklerinizle beraber,
sağlık ve afiyet içinde, nice bayramlar geçirmenizi Cenab-ı Hakk'tan
niyaz ederim...
YÜREK BURKAN BİR KURBAN
HİKAYESİ
(Hikayede kurban kesemeyen bir çocuğun
duyguları anlatılıyor. 90’larda maddi imkansızlıklardan dolayı kurban
kesememiştik. Annem utanıyor ve et getiren komşuları delikten görünce kapıyı
kardeşime açtırıyordu.)
Ahmet:
“–Anneciğim,
Emre bize gelecek. Bu gece bizde kalacak” dedi.
......
Emre’nin sevdiğini bildiğim türden bir kaç çeşit yemek yaptım. Görüşmeyeli
bayağı bir boy atmış, kocaman delikanlı olmuştu. Biraz oturup hal hatır
sorduktan sonra yemeğe geçtik. Emre, özene bezene hazırladığım yemeklere el
sürmeyince, belli etmemeye çalışsam da bozuldum.
Emre:
“–Teyzeciğim
et var ya, ondan yemiyorum” dedi.
Bu
söz beni daha da şaşırtmıştı. Çünkü ete olan düşkünlüğünü iyi biliyordum. Emre,
bu davranışının altında bir şey aramamdan rahatsızlık duyarak,
"-Anlatayım
teyzeciğim” dedi.
İlköğretim
beşinci sınıfa gidiyordum o zamanlar. Biliyorsunuz Ayşe ablam da benden iki yaş
büyük. İkimiz de çok başarılı sayılmayız, fakat hiç olmazsa liseyi bitirelim
diye gayret ediyoruz. Bir işe girebilmek için bunun şart olduğuna inanıyoruz.
Büyük hayallerimiz yok. Daha kötü günler gelmesin deyip halimize
şükredenlerdeniz.
Depremden
önce babam, inşaat kalfasıydı. Kimseye muhtaç değildik. Hatta babam yaptığı,
kooperatif evlerinden bir de daireye girmişti. “Altı, yedi aya kalmaz, evimize
taşınırız” diye hayaller kuruyorduk. Kaba inşaatı çoktan bitmiş, evin şekli
ortaya çıkmıştı. Ben odamın duvarına asacağım süsler yaptım. Annem dantel masa
örtüleri…
Kaç
kere bakmaya gitmiş, hayalimizde aldığımız eşyaların yerini kaç kere değiştirip
durmuştuk. Derken 17 Ağustos’ta korkunç bir sallantıyla uyandık. Çok şükür ne
bizde ne de yakın çevremizde bir şey yoktu. Boş arsaya tüm mahalle toplandık.
Biraz korku kalmıştı yüreğimizde ama güle oynaya sabahladık. Elektriklerin
gelmesi ile radyo ve televizyonlardaki korkunç gerçek, yüreklerimize çığ gibi
düştü.
Tüm
ülkem gibi bu korkunç felaketin getirdiği yıkım ve kıyımla, harap olduk. Naklen
izlediğimiz kurtarma çalışmalarında yaralılarla yaralandık, ölenlerle defalarca
öldük. Elimizden gelen bir şey yoktu. Devlet baba, harıl harıl yaraları sarmaya
çalışıyordu.
Bizim
evimiz yıkılmadı. Kimseye de bir zarar gelmedi. Farklı yaralandığımızın farkına,
yaralarımız derinleştikçe vardık. Depremle birlikte inşaatlar durmuş, babam
işsiz kalmıştı. Ekonomik krizle de ikiye katlandı yokluklarımız.
Televizyonlarda gördüğüm kadarıyla, bazı insanlar hiç etkilenmemişti. Bar ve
pavyonlarda zil zurna sarhoş oluncaya kadar içiyor, milyarlarca lira
harcıyorlardı.
Biz
ev kirası elektrik, su ne kadar kısmaya, azaltmaya çalışsak olmuyor babamın
arada bir bulduğu, tadilat işlerinden kazandığı, evi geçindirmeye yetmiyordu.
Devir hesap devri deyip, telefonu kapattırdık. Ampulleri daha küçük taktık.
Annem
bir evde 120 milyona iş bulmuştu. Babamın da eline yaklaşık o kadar geçiyordu.
Fakat Kasım ayından sonra babam bir tek işe gidemedi. Kış boyunca hiç iş
çıkmadı. Ümitlenerek gidiyor, üzülerek geri dönüyordu. “Çoluk çocuğum gözümün
önünde aç açık kalıyor, elimden bir şey gelmiyor, keşke ölsem” gibi kötü kötü
laflar edip duruyordu. İş için çalmadığı kapı kalmamıştı.
Ramazan
bayramına bir kaç gün kalmıştı. Şubat ayının bir Pazartesi günü babam, eve
sevinçle geldi. Bir iş bulmuştu. Üstelik sigortalı. “Evraklarını tamamla gel”
demişler. Sevinçle haber verip uçar gibi çıktı. “Bugün yetiştirmeliyim”
diyordu.
Bir
kaç saat sonra karşı komşumuz telaşla içeri girdi. Yüzünde ürküten bir ifade
vardı.
“–Korkmayın
ama babanız küçük bir kaza geçirmiş” dedi.
Hastaneye
gittiğimde babamın yüzü sapsarıydı. Kol ve bacağı alçıya alınmıştı. Kırmızı
ışıkta süratle gelen bir araç çarpmıştı. Biz sağ oluşuna dua ederken babam,
gözlerinden akan yaştan utanıyor gizlemeye çalışarak:
“–Neden
ölmedim, yükünüzü arttırdım” diyordu.
Bir
müddet sonra babam eve çıktı. Sobamız yanmıyordu, evimiz soğuktu. Babamın
dişlerinin birbirini dövüşünü üzülerek seyrediyordum. Bir kaç komşu belediyeye
telefon ederek bize kömür istemişler. Yok denilmiş. Önceden kayıt olmak
gerekirmiş. Okulda da yardım dağıtılıyordu. Anneme:
“–Ben
de isteyeyim mi?” diye sordum. Annem:
“–Sakın
ha oğlum! Durumumuz belli; verirlerse kabul ederiz, sakın kimseden bir şey
istemeyin” dedi.
Başka
zaman ben de gurur meselesi ederdim. Ama şimdi çok farklıydı. Yakıp etrafında
toplanacağımız sobaya ihtiyacımız vardı. Babam buz gibi evde nasıl hasta
yatardı?
‘Şekersiz’
Ramazan bayramımız gelip de geçmişti bile. Şekere olan düşkünlüğüme rağmen, pek
üzülmedim. Böyle küçük şeylerin üstesinden gelmeliydik. Üstelik ben erkektim.
İşte tüm zorluklara rağmen hava biraz daha ısınmış, babamın kolundaki, alçı
alınmıştı. Bacağı hala alçıdaydı. İşte kurban bayramı da gelmişti. İçimden
oniki daire var bizim apartmanda, birçoğu da kurban kesecek.
Nasılsa
bize de verirler; Annem sevdiğim et yemeklerinden pişirir, diyordum. Ben
pencereden seyrederken, karşıdaki boş arsada, kurbanlar kesildi, yüzüldü,
leğenler dolusu evlere taşındı. Her kapı çalışında, ‘kurban payı’ diye koştum.
Her kapı açılışında, evlerde kavrulan etlerin mis kokuları evimizin içine kadar
davetsiz yayıldı. Bir tek pay gelmedi.
Babaannem
köyden telefon açmıştı. Komşu evinden konuşurken, sesim ona iyi gitmemişti.
Israr ve telaşla sordu: ‘Baban mı kötüleşti?’ diye.
“–Yok”
dedim. “Bize kurban payı vermediler.”
Yaz
aylarında babaanneme giderdik. Adına ‘Güccük’ dediği bir kara ineği, beş altı
da tavuğu vardı. ‘Güccük-müccük ama sütü iyi” derdi. Sağarken ona türküler
söylerdi. “Bu sene kısır, inşallah seneye kuzulayacak” diye ümit ederdi.
“–Deden,
ihtiyar nasıl dursun katıksız” derdi. Bir tas ayran içti mi başka bir şey
istemezmiş.
Bayramın
üçüncü günüydü. Sabah erkenden kapı çalındı. Babaannemdi! Koşup karşıladık.
Ağlayarak sarıldı bizlere. “Kuzularım, kuzularım” diyordu. Size çok et
getirdim. Evinde ne varsa hemen hepsini kapıp gelmişti.
Buzdolabını
tıka basa etle doldurduk. Ablam acele acele doğradı. Etlerin pişerken çıkardığı
cızırtılardan saldığı mis gibi kokular, iki gündür kabaran iştahımı daha da
körüklüyordu. Ağzım sulanarak dolanıp durdum ocağın etrafında. Sofra beklemeye
tahammülüm kalmamıştı. Çatalı alıp batırdım. Üfürerek ağzıma alıyordum ki,
babamın, babaanneme:
“–Ah
anam ahh! Neden kestin güccük ineği? Ağzınız kuruya kaldı” diyen sözleri
çalındı kulağıma.
Midemin
kalkıp, başımın döndüğünü hissettim. Elimdeki çatalı bırakıp koşarak dışarı
çıktım. Dedemin katığı, babaannemin umudu, türküler yakarak sağdığı Güccük,
benim canım et istedi diye mi kesilmişti? Sofra kurulduğunda kolumdan çekip
ısrarla oturttular. Yine batırdım çatalı isteksiz ve utanarak. Boğazıma bir
şeyler tıkanıyordu. Gözümden yaşlar boşaldı. Ne oldu neyin var diye sordukları
telaşlı sorularına
“–Dişim
çok ağrıyor, dişimmm…!” diye karşılık verdim.
BİR BAYRAM ANIM
Hiç unutmuyorum, rahmetli Faik Çelik dedem (1926-1991) seksenlerde
bir bayram sabahı, Ereğli’nin kürt mahallesindeki bir eve göndermişti. Çok
perişan evin tahta kapısını açan fakir kadın, elimdeki et poşetini görünce
dedeme çok içten dualar etmişti.
Zira evde henüz et kokusu yoktu, 4-5 küçük çocuk sevgiyle bana
bakıyordu. Bir ramazan arefesinde de, yine bu sokaktaki başka bir eve üç-dört
çift çocuk ayakkabısı getirdiğimi hatırlıyorum.
Hayatta kimsenin kalbini kırmayan dedemin, kalbinde asla kin,
nefret, haset yoktu. Aksine çok merhametliydi ve herkesi çok seviyordu.
Allah rahmet eylesin. Yattığı yer nur, mekanı cennet, cennetteki
makamı yüksek olsun.
***
Kurbanda
en çok hatırlanması gerekenler, evlerine hiç et girmeyen fakirlerdir.
Onları
da hatırlayalım ki bayram tüm müminlerin bayramı olsun.
Her kapı çalındığında kulak kabartan hasta ve engellileri ziyaret ederek sevindirelim ve makbul olan dualarını alalım.
Her kapı çalındığında kulak kabartan hasta ve engellileri ziyaret ederek sevindirelim ve makbul olan dualarını alalım.
Yazımızı
kısa bir şiirle bitiriyoruz:
Ya ağlamasın hiç kimse
Ya da gülmesin şu her zaman gülenler
Ya kimse de olmasın para
denen illet
Ya da paylaşmasını öğrensin paralı millet
Ya kimse söylemesin
sevdiğini
Ya da yapsınlar şu asıl sevginin
tarifini
Ya şu bayramlar
hiç yaşanmasın
Ya da bayramlarda et yemeyen kalmasın...
Celalin Penceresinden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder