7 Eylül 2014 Pazar

Ölüm yokluk mudur?


Ölüm yokluk mudur?


 

Ölüm,... insanlık tarihi başladığından beri değişmeyen ve değişmeyecek tek gerçek, ölüm...

 

Rabbimiz bu gerçeği  Kuran’da defalarca bildiriyor...  Mesela,

 

Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz. ” (Enbiya sûresi 35. âyet)

 


Ölümün bir son olmadığını nasıl anlatacağımı düşünüyordum. Sonra Rabbimizin bu ayette buyurduğu tabirin buna en iyi cevap olduğunu farkettim.

 

Evet diyor ki: Her nefis ölümü tadacaktır.”    Tadacaktır. Yani bir şeyin tadına bakılması geride daha çok olduğunu gösterir.

 

Yemeğe oturmadan önce çorbanın tadına baktım, nefisti... gibi...

 

Bediüzzaman Said Nursi ölümü o kadar güzel anlatmış ki, ölüm, imanlı müslümanlar için bir nimettir. Diyor ki:

 

***

Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil. Çok risalelerde gayet kat'î, şeksiz, şübhesiz bir surette, Kur'an-ı Hakîm'in verdiği nur ile isbat etmişiz ki:

 

    Ehl-i iman için ölüm,

·        vazife-i hayat külfetinden bir terhistir;

·        hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten (kulluktan) bir paydostur;

·        hem öteki âleme gitmiş yüzde doksandokuz ahbab ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir;

·        hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır;

·        hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana (cennet bahçelerine) bir davettir;

·        hem Hâlık-ı Rahîm'inin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir.

 

   Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi nazarıyla bakmak gerektir.

 

    Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir.

 

Evet ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır.

Ehl-i dalalet için, zulümat-ı ebediye kuyusudur.

 

(25. Lema - Hastalar Risalesi 9. Deva )

***

 

Evet bize ölüm gelmeden önce tövbe etmeli ve Allah’ın koyduğu islam kurallarına göre bir hayat sürmeliyiz... Ama samimi bir tövbe ile günahsız bir hayata başlamalıyız...

 

 

“Allahın kabulünü vaad buyurduğu tövbe, kötülüğü ancak cahillik sebebiyle işleyip, sonra da çabucak vazgeçerek günahtan dönüş yapacak olanların tövbesidir. İşte Allahın, tövbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah alîm ve hakîmdir (herkesin içini dışını hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Nisa sûresi 17. âyet)

 

 

Yoksa makbul tövbe, kötülükleri yapıp edip de sonra kendilerinden birine ölüm gelip çattığında: "İşte ben şimdi tövbe ettim." diyenlerin tövbesi değil. Kâfir olarak ölen kimselerin tövbesi de değil. İşte öylesi kimselere, çok acı veren bir azap hazırladık. ” (Nisa sûresi 18. âyet)

 

 

Şimdi sizlere ölümün bir son olmadığını hissettiren yaşanmış bir hikaye sunuyorum:

 

Serap’ın Hikayesi

 

Rahmetli Onkolog Dr. Halûk Nurbaki'den (1924-1997) gerçek bir hatıra..



 
Onkolog Dr. Halûk Nurbaki'den (1924-1997)

Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptim. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.

 

Kanser hastanesinde başhekimken (Ankara Onkoloji Hastanesi) Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine ragmen, bazi formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı.

 

Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'in da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu.

 

Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra bir ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış.

 

Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu.

 

Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:

 

--''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.''

-- ''Niçin?" diye sordum.

--"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?"

 

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildigim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:

 

--"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."

 

Konusmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladi. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yani sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlerini bütün

ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu. Vefatına bir hafta kala:

 

--"Doktor bey'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"

 

--"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Sahadet sana uzun gelir. O anı fark edince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter."

 

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:

 

--"Serap, bir haftadir morfin yaptırmıyor." Dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor."

 

Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasinin sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.

 

-- "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanir ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?.

 

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti.

 

Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'in acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair bir işaret sezdim. Ertesi gün O'na:

 

--"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin."

 

Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:

 

--"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?"

 

--"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."

 

Salı günü Serap'in ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

 

--"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti:

 

--Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:

 

--"Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!.

 

Peygamberimiz SAV buyurdu.


 


 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder