21 Nisan 2014 Pazartesi

Haftanın TSM (Türk Sanat Müziği) şarkısı - 8


Haftanın TSM (Türk Sanat Müziği) şarkısı - 8

 

Acıyla söylenmiş sözler ya da bestelenmiş ezgiler, bir de öyküsünü biliyorsak daha bir derinden etkiler insanı…

 

Türk Sanat Müziği şarkılarından hikayelerini bildiğimiz bazılarını sizler için araştırdık.

 

Ve inşallah bundan sonra her Salı “Haftanın (Türk Sanat Müziği) TSM şarkısı” diye bir şarkının mp3 dosyasını, youtube adresini ve o şarkının sözlerini paylaşacağım.

 

*** Bu haftanın (Türk Sanat Müziği)  şarkısı: Elveda gençliğim

 

Haftanın şarkısını dinlerken aşağıdaki yazıyı da okuyabilirsiniz :

 


 

YOUTUBE KAPALI OLDUĞU İÇİN ŞİMDİLİK BURADAN DİNLEYEBİLİRSİNİZ:

 


 

Ayşen Birgör – Elveda Gençliğim

 

 

***

 

Evet 2003’te hayatımda yaptığım değişikliklerden biri de dinlediğim müzikti. Ağırlıkla dinlediğim stresimi artıran arabesk müziğini tamamen bıraktım.

 

On yıldır sanat müziği dinliyorum hamdolsun. (2014) TSM dinleyerek ruhumun dinlendiğini ve kalbimin yumuşadığını hissediyorum.

 

Aslında benim TSM sevgim nereden geliyor biliyor musunuz? Biz seksenlerde haziranda okul kapanınca memleketimiz Konya - Ereğli’ye giderdik. Orada yaz akşamları bağ evinde terasta dedem, radyosundan hep TSM açar, beraberce dinlerdik. O nağmeler hem ruhuma, hem gönlüme işlendi. Lise ve üniversite yıllarında yabancı pop dinlerdim ama 2003 te aslıma döndüm hamdolsun...

 

TSM insanı duygulandırıp ağlatıyor. Dünyanın hiç bir ülkesi böyle bir müziğe sahip değildir. Osmanlı’da TSM’nin hastaları tedavi amaçlı kullanıldığını biliyor muydunuz? Her makam ayrı bir hastalığa iyi geliyormuş.

 

   TSM dinleyicileri genelde nazik, mülayim, ince ruhlu insanlardır. TSM dinleyenlerin adi suçlara karıştığı hiç görülmemiştir.

 

   İnşallah çocuklarımıza, yeğenlerimize bol bol TSM dinletelim. Onlar belki şimdi dinlemezler, ama arabaya binince TRT Nağme’den veya CD’den bir TSM müziği açalım. Kulakları bu nağmelere aşina olsun. Büyüyünce asıllarına rücu ederler inşallah.

 

***

 

*** Bu haftanın şarkısı:  Elveda gençliğim

 

Elveda, elveda gençliğim / elveda, ey hatıralar
Elveda mesut günlerim, ümit dolu sayfalar.

 

Yine mevsimler dönecek, yine yapraklar düşecek
Giden gençliğimiz geri gelmeyecek.

 

Ellerim semaya doğru yalvardım yıllarca
Dursun zaman dönmesin mevsimler

 

Tanrım, tanrım, bana ümit ver, heyhat…
Elveda, elveda, elveda ah, elveda.

 

Yıldırım Gürses bir akşam geç vakit evine dönerken sokakta yaşayan yaşlı bir adama rastlar. Üstünde kendisini ısıtacak bir giysisi bile bulunmayan bu yaşlı adam, çöplerden yaktığı ateşle ısınmaya çalışmaktadır.

 

Yaşlı adamın yüzündeki çizgileri, o an savrulan bir çınar yaprağındaki çizgilere benzeten sanatçı, gençliğin insanın elinden nasıl da hızla kayıp gittiğini ve zamanın asla geri gelmeyecek bir kıymet olduğunu fark eder. İşte bu duygularla bu dizeleri yazar ve daha sonra da besteler.

 

Beste: Yıldırım Gürses
Güfte: Yıldırım Gürses
Makam: Muhayyerkürdi




 

 

 

20 Nisan 2014 Pazar

Kutlu Doğum Etkinliğinde ağlatan hikaye

 
Kutlu Doğum Etkinliğinde ağlatan hikaye

 

Bu Cuma akşamı (18 nisan 2014) Komşumuz ve dostumuz Sincan İbni Sina Anadolu lisesi Müdür Başyardımcısı sevgili Efkan Vural hocam, ve Bülent Yolcu hocam bizi öğrencilerin sunacağı kutlu doğum etkinliğine davet etti.

 


Etkinliği hazırlayan, öğrencileri eğiten kişi sevgili edebiyat öğretmeni Bülent Yolcu hocam idi. Bülent hocamdan bir yazıda bahsetmiştik. Okulunda engelliler klübü kurmuştu.

 

Geçen yıl (16 mayıs 2013) kıymetli öğretmen arkadaşı İlkgül Çelebi hocam, Efkan Vural hocam ve altı öğrenciyle bendenizi ziyaret etmişlerdi. Bir yazıda anlatmıştık.

 


Bülent hocam harika bir iş çıkarmış. Öğrencileri o kadar güzel çalıştırmış ki hiç hata yapmadılar. Öğrenciler, şiirleri öylesine içten okudular ki, adeta bize o sahneleri yaşattılar. 

 

Bütün öğrencilerin diksiyonu o kadar güzeldi ki, maşallah diyorum. Yetiştiren hocalardan Allah razı olsun. Hele o programdaki sunucu erkek ve kız öğrenci, TRT spikerlerine taş çıkartır.

 


Tekerlekli sandalyemizle, mecburen protokole ayrılan yerde izledik. Kendimizi çok özel hissettik :) Önde kimseyi rahatsız etmek istemedik ve babam sandalyeyi en uca koydu.

 

Fakat yine o tevazusuyla İlkgül Çelebi hocam yanında durabileceğimizi ve asla rahatsızlık değil memnun olacağını ifade ettiler.  

 

Acizane gözümüzü öğrenciye değilde, sahne fonuna çevirip şiiri dinledik ki, şiirin sözlerine odaklanıp şiiri yaşayalım. Sanırım İlkgül hocam yanlış anladı.

 

Celal, beğenmedin mi, sıkıldın mı, diye sordu. Hayır hocam, aksine çok beğendim, dedik ama yine şiiri okuyan talebeye bakmadığımız için sanırım yanlış düşünmesine sebep olduk.

 

Kutlu doğum anma programına iki değerli sanatçı konuk oldu. Birisi değerli sanatçı Hasan Sağındık idi. Eşi, Efkan hocamın okulunda öğretmen olduğu için geceye şeref vermişti.

 


Gecenin anlamına binaen özel bir şiir okudu. Ayrıca kutlu doğum için bestelediği özel ilahisini okudu. Müzikal açıdan çok güzel bir besteydi. Allah razı olsun.

 

İkinci değerli sanatçı Ziya Uğur idi. O da, son ilahi albümünden özel bir ilahi bestesini okudu. Ayrıca çok güzel bir fon müziği eşliğinde bir yazı okudu. Ama muhteşem anlattı. İzleyenlerin gözleri doldu.

 


İşte yazının başlığında bahsedilen o hikaye, Ziya Uğur bey önce şu açıklamayı yaptı:

 

Medine’de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışan Allah dostu ve peygamber aşığı bir kardeşimiz, işin son günü sabah mesaisinde kendisine verilen teknik görevi tamamlayıp ayrılmak üzere iken Resulullah’ın Ravzasında elektrik çarpması sonucu vefat etti ve Cennet-ül Bakiye defnedildi. Tabii ailesi mecburi istikamet Türkiye’ye döndü.

O zaman 7 yaşında olan oğlu Muhammed Nebi Doğanay bugün ortaokuldayken kompozisyon dersi ödevi olarak bir makale yazmış ve birincilik almış. İşte o peygamber aşkını en derinden yaşayan bir yüreğin yansımaları.

 

Bir Güneşim Bir Babam Birde Terliklerim 

 

 
(Kompozisyon yarışmasında birinci seçilen yazı)


Bir ilkbahar gününde, güller gibi kokan Medine'de dünyaya gözlerimi açmışım. Doğduğum hastahane, Ravza'nın hemen yanı başında olduğu için, duyduğum ilk koku, Sen'in bahçenin gül kokuları olmuş. Babam gelip de, daha kulağıma ezan okumadan, kulaklarım mescidinin ezan sesiyle şereflenmiş. Kırk günlük olduğumda ilk ziyaretimi de Hâne-i Saadet'ine yapmışım.

 

Hemen hemen yaptığım her ilkte, Sen varsın. Daha konuşmayı öğrenmeden, Sen'i sevmeyi öğrenmişim. İlk adımlarımı Ravza'nın mermerlerinde atmış ve Rabb'imle ilk buluşmamı, ilk secdemi Sen'in mescidinde yapmışım. Evini her ziyaret edişimizde Sen'i görmesek bile, varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda da hüzünlenirdik.

 

Çocuklar evde sıkılınca isterler ki, babaları onları parka, eğlence yerlerine götürsün. Medine'de yaşadığımız sürece, bunları hiç istemedik babamızdan. Canımız sıkılmaz mıydı acaba hiç? Sanırım Medine'deki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı. Çünkü burada hiçbir yerde olmayan Gül Bahçesi ve bahçenin "Biricik Efendisi" vardı.

 

Vaktimizin çoğu, o bahçede geçerdi. Sen'in bahçenin mermerlerine ayakkabıyla basamazdık. Yalın ayak dolaşırdık mermerlerin üstünde. Korkardık belki bahçenin güllerine basmaktan kim bilir. Yazın mermerler ayaklarımızı yakar, bu hoşumuza giderdi. Babama sormuştum bir seferinde:

- Babacığım Medine neden bu kadar sıcak?
- Evlâdım, Medine'de iki Güneş var da ondan.
- Nasıl olur babacığım, Güneş tek değil mi?

Babam gülerek:


Doğru yavrum, bütün dünyayı ısıtan bir tane Güneş var. Bir de âlemleri aydınlatan ve ısıtan öyle bir Güneş daha var ki; O da (sas) Medine'de olunca sıcaklık iki kat oluyor.

 

Babamın bu cevabı çok hoşuma gitti. Gerçekten mermerler ayaklarımızı ısıtıyordu; ama Sen'in sıcaklığın içimizi daha çok ısıtıyordu.

Medine'den ayrıldıktan sonra belki ayaklarımız üşümedi; ama içimiz bir türlü ısınmıyor. Çünkü gönlümüzün Güneş'ini orada bırakmıştık. Artık O'nun (sas) evine, bahçesine gidemiyor, mermerlerinde yalın ayak koşamıyorum. Gerçi ışığın tâ buralarda da bizi aydınlatıyor; ama içimi ısıtması için Ravza'na koşmam lâzım.

Bahçende yürürken güzel ezanlar okunurdu, sanki Bilâl-i Habeşi okurdu. Biz de mescide koşar, babamın yanında namaz kılardık. Bazen o an yanımıza usulca bir kedi sokulurdu.

Babam: ‘İncitmeyin sakın, onlar Ebû Hüreyre'nin (ra) kedileri.’ derdi. Biz de onları severdik.

Çarşamba günleri Uhud'a gider, Sen'in çok sevdiğin amcanı ziyaret ederdik. O bizim de amcamızdı. Kardeşlerimle Ayneyn Tepesi'ne çıkar, oradan Uhud'da yatan 70 şehide selâm verirdik. Uhud Dağı'na her baktığımızda, Sen'i orada görür gibi olurduk. Uhud da, Ravza'n gibi gül kokardı. Orası da ayrı bir gül bahçesiydi sanki.

İşte benim yedi senem ki; en değerli, en güzel yıllarım, Sen'in Köyünde, Gül Bahçende, savaştığın yerlerde, Sen'inle dopdolu geçti. Sen'i görmesem de, Sen'inle yaşamaya o kadar alışmıştım ki, yanından ayrılırken, sanki bir parçam orada kalmıştı.

 


Buraları bana gurbet oluverdi. Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim, ama hep, "Büyüyünce gidersin." diyorlar. İşte sırf bu yüzden hemen büyümek istiyorum. Yanına gelince büyümüş bile olsam, bahçendeki mermerlerde yalın ayak dolaşacağım. Tâ ki Güneş'im, içimi ısıtıncaya kadar.

Hasretinden, gönlüm üşüyor. Belki hasretin herkesin içini yakar; ama beni üşütüyor işte. Çünkü benim ruhum, doğduğumdan beri, sevginle ısınmaya alışmış. Sıcaklığına o kadar muhtacım ki; ne olur sana gelemesem bile, Sen beni hiç bırakma, evimizi şereflendir, ışığınla gecelerimize nur ol, sıcaklığınla bütün zerrelerimizi ısıtıver. Tıpkı Medine'de iken ısıttığın gibi.

Benim adım Nebi. Bu ismi bana, Sen'i çok seven biri koymuş. Diğer adım, Muhammed. Bu ismi de Köyünde bıraktığımız babacığım vermiş.

Ben de Sen'in gibi babasız büyüyorum. Ama Sen, asla yetimliğimizi hissettirmiyorsun. Medine'den ayrıldığımızdan beri, hep yanıbaşımızdaymışsın gibi hissediyorum. Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum. Sen'i tanıdığım ve sevdiğim için Rabb'ime binlerce kez teşekkür ediyorum.

Babamı kabre koyarken, ağabeyimin terlikleri onun kabrine düştü ve orada kaldı. Ben o terlikleri çok kıskandım. Çünkü ağabeyimin terliği hep babamla kalacaktı. Babamı son ziyaret edişimde, ben de kimse görmeden terliğimi babamın kabrine gömüverdim. Benimki de babamla kalsın diye.

Evet, demiştim ya, bir Güneş'imi, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geride. Babam ve terliğim hep oradaydı, gelemezlerdi. Ama Güneş'im hep yanımdaydı. Yetimlerin Efendisi, yetimlerini hiç ışıksız bırakır mıydı?

 

Dünyanın bir ucuna da gitsek, bizi bırakmayacağını biliyordum. Gözümüz, gönlümüz Sen'inle aydınlanır Efendim! Ruhumuz, içimiz sıcaklığınla ısınır.

Rabb'imden hep bana tekrar Sen’in gül bahçenin mermerlerinde yalın ayak koşmayı nasip etmesini diliyorum. Tâ ki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun. Terliğimi bıraktığım o güzel mekan son durağım olsun.

 

Muhammed Nebi Doğanay

 
Harika bir gece yaşattınız. Emeği geçen tüm öğretmen ve öğrencilerden Allah razı olsun.



 


 

 

16 Nisan 2014 Çarşamba

Din samimiyettir, içten ve gönülden bağlılıktır


Din samimiyettir, içten ve gönülden bağlılıktır

   

Babam anjiyo olup iyileştiğinden beri, beni sandalyemle mahalle camisine Cuma namazına götürüyor. Çünkü cami girişine rampa yapıldı. Tekerleri silip giriyoruz.

 


Fakat geçen hafta, babamın bir işi çıktı, camiye götüremedi. O gün evde, internetten TRT Diyanet Tv’deki canlı yayından Cuma namazını, vaazı ve Cuma hutbesini dinledim.

 

Cuma günleri, Cuma ezanı (öğle ezanı) okunmadan değerli bir hoca 30-40 dakika vaaz verir, biliyorsunuz. Biz o hafta camiye gidemedik, ama vaazı internetten izledik.

 

İşte bu yazıda, inşallah o vaazda öğrendiğimiz bilgileri aktaracağız.

 

Bu hafta Kutlu doğum haftası başladı. (14-20 nisan 2014) Diyanetin bu yıl ki konusu “Din ve Samimiyet” imiş.

 

Hocamız, bir hadis-i şerif vardır, biliyorsunuz, hatta camilerde hocanın vaaz verdiği kürsüde bile yazılıdır, dedi. Peygamber Efendimiz SAV buyurmuş ki:

 

“Eddinu nasiha"  yani  “Din nasihattir”  (Müslim, Buhari, İman)

 

Hocamız, bu kelime türkçede nasihat, öğüt anlamında kullanılsa da aslında nasiha kelimesi arapçada samimi olmak, içten olmak anlamına gelir. Buna göre hadisi aslında “Din samimiyettir” diye anlamalıyız, dedi.

 

Hristiyan bir din bilgini iken hicretin dokuzuncu senesinde Medine’ye gelerek İslam’la şereflenen Temîmu’d-Dârî’nin rivayet ettiğine göre bir gün Allah Resulü SAV, ashabına hitap ederken, üç kez tekrar ederek şöyle seslendi:

 

“ الدِّينُ النَّصِيحَةُ (Din samimi olmaktır. Din samimi olmaktır. Din samimi olmaktır.)”

Sahabeden bazıları, “Din kime karşı samimi olmaktır ya Rasulallah?” diye sordular.

Sevgili Peygamberimiz de (sas.),

“Allah’a karşı, Kitabına karşı, Peygamberine karşı, Müslümanların meşru idarecilerine karşı ve bütün Müslümanlara karşı samimi olmaktır.” diye cevap verdi.” (Müslim, Îmân, 95; Ebû Dâvûd, Edeb, 59)

 

Her ibadetimizde ve her halimizle samimi olmalıyız. Vaazı veren hocamız latife ile karışık bir anektod anlattı: Hacdayken yaşlı bir amca kabenin karşısında,  gözünü kapatmış, elini açmış gözyaşıyla dua ediyormuş.

 

Bir hacı arkadaşı kulağını amcanın ağzına yanaştırmış. Allah’ım benim canımı burda al, bu topraklara gömüleyim, diye dualar ediyormuş.

 

Kafileden cep numarasını bilen bir hacı arkadaşı şaka olsun diye, amcanın cebini aramış. Duayı kesip hemen telefonu cevaplamış. Tamam hacı, duan kabul oldu, diyen sesi duyunca hacı amcamız :

 

Dönüş biletimi de almıştım, daha inşaat bitmedi, şu var, bu var, diye bahaneler sıralamış... :)

 

İhlas ve samimiyet, sadece inanç ve ibadetlerimizde değil, insanlarla ilişkilerimizde de son derece önemlidir. Müslüman’ın Müslüman’a karşı samimi, içten ve gönülden davranması da dinin önemli bir ilkesidir.

 


Zira müminin en önemli vasfı olan güvenilirlik ancak içten ve samimi davranışlarla sağlanabilir. Aile ve akraba ortamında, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerinde, iş ve ticaret hayatında, kısacası hayatın her alanında insanlara karşı içten ve samimi davranmak en büyük ahlaki erdemlerdendir.

 

Bu erdemi kazanmanın en kısa yolu da her işimizde Allah rızasını ön planda tutmak ve O’nun her an bizi görüp gözettiğini aklımızdan çıkarmamaktır.

 

Halis ameller, riya ile, gösteriş arzusu ile, “desinler diye” yapılarak kirletildiğinde anlamını kaybeder. Samimiyet olmadan değerler, değerini yitirir. “Cömert” desinler diye infakta bulunan, “âlim” desinler diye ilim tahsil eden, “kahraman” desinler diye savaşan kimsenin çabasının Allah nezdinde hiçbir kıymeti yoktur.

 

Ayet-i kerimede de ifade edildiği gibi, Allah’ın azabından sadece O’nun ihlaslı kulları kurtulacaktır. (Sâffât, 38-40)

 

Hz. Peygamber bir hadislerinde SAV, “Ey yücelik ve ikram sahibi! Beni ve ailemi dünya ve ahirette her an sana ihlas ve samimiyetle bağlı kıl.” şeklinde dua etmiştir.

 


Netice olarak Hz. Peygamber’in SAV din tanımı şöyledir:

“Din samimiyettir; içten ve gönülden bağlılıktır. Din samimiyettir; içten ve gönülden bağlılıktır. Din samimiyettir; içten ve gönülden bağlılıktır.”

 

 


 

 

14 Nisan 2014 Pazartesi

Haftanın TSM (Türk Sanat Müziği) şarkısı - 7


Haftanın TSM (Türk Sanat Müziği) şarkısı - 7

 

Acıyla söylenmiş sözler ya da bestelenmiş ezgiler, bir de öyküsünü biliyorsak daha bir derinden etkiler insanı…

 

Türk Sanat Müziği şarkılarından hikayelerini bildiğimiz bazılarını sizler için araştırdık.

 

Ve inşallah bundan sonra her Salı “Haftanın (Türk Sanat Müziği) TSM şarkısı” diye bir şarkının mp3 dosyasını, youtube adresini ve o şarkının sözlerini paylaşacağım.

 

*** Bu haftanın (Türk Sanat Müziği)  şarkısı: Kimseye etmem şikâyet

 

Haftanın şarkısını dinlerken aşağıdaki yazıyı da okuyabilirsiniz :

 


 

 

YOUTUBE KAPALI OLDUĞU İÇİN ŞİMDİLİK BURADAN DİNLEYEBİLİRSİNİZ:

 


 

 

 

***

 

Evet 2003’te hayatımda yaptığım değişikliklerden biri de dinlediğim müzikti. Ağırlıkla dinlediğim stresimi artıran arabesk müziğini tamamen bıraktım.

 

On yıldır sanat müziği dinliyorum hamdolsun. (2014) TSM dinleyerek ruhumun dinlendiğini ve kalbimin yumuşadığını hissediyorum.

 

Aslında benim TSM sevgim nereden geliyor biliyor musunuz? Biz seksenlerde haziranda okul kapanınca memleketimiz Konya - Ereğli’ye giderdik. Orada yaz akşamları bağ evinde terasta dedem, radyosundan hep TSM açar, beraberce dinlerdik. O nağmeler hem ruhuma, hem gönlüme işlendi. Lise ve üniversite yıllarında yabancı pop dinlerdim ama 2003 te aslıma döndüm hamdolsun...

 

TSM insanı duygulandırıp ağlatıyor. Dünyanın hiç bir ülkesi böyle bir müziğe sahip değildir. Osmanlı’da TSM’nin hastaları tedavi amaçlı kullanıldığını biliyor muydunuz? Her makam ayrı bir hastalığa iyi geliyormuş.

 

   TSM dinleyicileri genelde nazik, mülayim, ince ruhlu insanlardır. TSM dinleyenlerin adi suçlara karıştığı hiç görülmemiştir.

 

   İnşallah çocuklarımıza, yeğenlerimize bol bol TSM dinletelim. Onlar belki şimdi dinlemezler, ama arabaya binince TRT Nağme’den veya CD’den bir TSM müziği açalım. Kulakları bu nağmelere aşina olsun. Büyüyünce asıllarına rücu ederler inşallah.

 

***

 

*** Bu haftanın şarkısı:  Kimseye etmem şikâyet

 

“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime,

Titrerim mücrim (suçlu) gibi, baktıkça istikbalime,

Perde-i zulmet (karanlık perdesi)  çekilmiş, korkarım ikbalime,

Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime.”

 

Beste: Kemanî Serkis Efendi
Güfte:
İhsan Raif Hanım
Makam:
Nihavend

Bu şarkıyı TRT sanatçısı Melihat Gülses
ne güzel söylüyor:

 


 

 

Ahmet Haşim’in “Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım” diyerek hakkını teslim ettiği, Beş Hececiler’in öncüsüdür İhsan Raif Hanım.

Bestesi (nihavend) Kemani Serkis Efendi’ye ait ve Müzeyyen Senarı’ın sesinden dinlemeye doyamadığımız “Kimseye etmem şikâyet” adlı o muhteşem şarkının söz yazarıdır kendileri.

 


İhsan Raif Hanım, babasının valilik görevi münasebetiyle bulunduğu Beyrut’ta dünyaya geldi. Ergenlik çağına kadar Adana’da, Toros dağlarının eteklerinde yaşadı. 12 yaşında yine babasının görevi dolayısıyla İstanbul’a taşındı. Ve, “O günler başka bir semâ altında, tomurcuk güllerin açtığı, uçarı gönüllerin coştuğu hayal ülkesiydi” diye hüzünle andığı; “şiirin, musikinin, sanatın beslendiği edebiyat mekânı” olarak tasvir ettiği Nişantaşı’ndaki Taş Konak günleri başladı (Aşk-ı Memnu’nun yazarı Halit Ziya Uşaklıgil eniştesidir).

 

İşte o Taş Konak’taki hayal dünyasında bir gün, kardeşi Belkıs’la beşinci kattaki çocuk odasında oynarlarken, odanın kapısı hışımla itiliverdi birden. Hayatında hiç görmediği ve tanımadığı bir adam girmişti içeriye. Belli ki niyeti kötüydü. İhsan’ı kaçırmak için gelmişti. Teşebbüs etti, ama çocukların korkulu çığlıklarıyla, geldiği gibi koşar adım indi merdivenlerden ve gözden kayboldu.

 

Kimdi bu adam? Nereden çıkmıştı? Konağa nasıl girebilmişti? Ondan ne istiyordu?

Bu sorulara sonradan cevaplar buldu İhsan Raif Hanım.

 

Meğerse, reji memuru Mehmet Ali’ymiş davetsiz misafir. Mısırlı Arap bacıları kandırarak dalmış konağa. Ve, “karalar çalarak”  küçük İhsan’ı evlenmeye mecbur etmekmiş maksadı!

 

Bu basit gibi görünen hadise, küçük İhsan’ın hayatında beklenmedik değişikliklere ve büyük ızdıraplara yol açtı. Baba Raif Paşa hadiseyi kafasında büyüttü. Kapıyı açmak dışında hiçbir teması olmadığı ve tamamen masum olduğu halde, hadiseden küçük İhsan'ı sorumlu tuttu.

 

Kendisinden habersiz, karşılığı olan bir ilişkiden cesaret alınarak girişlen bu “haneye tecavüz” nedeniyle aile adına sürülen lekenin bir şekilde temizlenmesi gerekirdi.

 

Sonrasını İhsan Hanım'dan dinleyelim:

 

“Babamın terazisinin şaştığını hiç görmedim ben. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikâhlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. Babacığım, masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma, dizlerine kapandım. Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et...”

 

13 yaşında evlilik, 14 yaşında annelik

 

Ama İhsan Hanım’ın yakarışları kabul görmez ve reji memuru Mehmet Ali’yle evlenmek zorunda kalır. İstanbul’da yaşamalarına da izin verilmez. Genç çift, beklenmeyen ve hayal edilmeyen bir izdivaç sonrası, 1890 yılında İzmir’e taşınır.

 

İhsan Hanım henüz 13 yaşında, genç damat Mehmet Ali ise 24 yaşındadır.  Gönülsüz geldiği İzmir’den İstanbul’a dönüş yolunun kapalı olduğunu bilen İhsan Hanım, dişi kuş içgüdüsüyle yuvasını sahiplenir. Her kadın gibi o da evlenirken saadet senfonisi bestelemeyi hayal eder, ama sonuç değişmez:

 

“Evliliğimizin üçüncü ayında gittiğimiz Doktor Levi , ‘Müjde, bebeğiniz geliyor.’ dediğinde hem sevindim, hem üzüldüm. Bir ağladım, bir güldüm. Ne olurdu Rabbim bu müjdeyi Taş Konak’ta, ailemin arasında alsam, bu sevinci orada yaşasam, anneme babama torun haberini ellerini öperek versem! Yetim gibi, öksüz gibi çaresizdim işte... Eşimden görmediğim sevgi ve destek ümitlerimi kırsa da hayata direnme gücümü artırıyordu diyebilirim. 1 Temmuz 1891 günü oğlum Ahmet Hikmet’i kucağıma aldım. On dört yaşında anne oldum.

 

Mehmet Ali oğlumuzun doğumuna çok sevindi. Hayatımızın meyvesine bakışı, sevinci, onun cevherindeki iyiliği gösteriyordu aslında. Fakat iyice anladım ki, Mehmet Ali elinde olmadan içkinin, nefsinin esiriydi. Her ne olursa olsun içki düşkünlüğünün  ve kayıtsız yaşayışının, işe gidiyorum deyip birkaç gün eve uğramayışının, hayatımızın tadını, yuvamızın saadetini yok ettiği bir hakikatti.

 

İzdivacın asude cenettini harlı cehannem gayyasına çeviriyordu. Genç kalbimin heveslerini her zaman kırar, aşk beklentimi hüsrana boğar, sonra kendini sokağa atar, mutluluğu yuvasında aramaz, işkence ederdi. ‘Seni kevser suyuna götürür, bir yudum içirmem’ dediğini nasıl unuturum! Kadehlerde içip dağıtacağına bana bir yudum aşkını verse, dünyanın dönüşü, hayatın akışı değişirdi...”

 

Derken İhsan Hanım, eşi Mehmet Ali’nin İstanbul’da da Aspasya adlı bir eşi bulunduğunu, bu eşinden de bir çocuğunun olduğunu, çocuğun babasız büyümemesi için kadının tekrar onu İstanbul’a çağırdığını ve kaldıkları yerden hayatlarına devam etmek istediğini öğrenir.

 

“Bir eşin varken, neden benim günahıma girdin? Neden onüç yaşındaki talebe çocuğun hayallerini yıktın? Korkmaz mısın mazlumun inkisarından” diye yakınır, ama yutkunur.

 

Evlilikleri devam eder. Cismen İzmir'de ruhen İstanbul'da bir hayat yaşar. Bir çocukları daha olur.

 

Sonra, “Babam belki de, Mehmet Ali’nin ilk eşiyle olan münasebetini kesmek için, bizi zaruri gurbete, İzmir’e göndermiştir” diyerek teselli bulur. Ama gerçeğin böyle olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemez.

 

İhsan Hanım:

 

“Bir babanın evladının kötülüğünü isteyeceğine asla inanmadım. Yüreğimi alev gibi yakmaya başlayan Aspasya meselesini zihnimden uzaklaştırmaya çalışarak hayatıma tutunmaya, sanatın vicdanında huzur bulmaya çalışıyordum. O sonbahar günü, İzmir’in kavakları yaprağını dökerken, benim de ümitlerim onlarla beraber topraklara eleniyordu.”

 

İşte bu ruh halinin eseridir aşağıdaki muhteşem dizeler:

 

“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime,

Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime,

Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime,

Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime.”

 

Evet hikâye böyle. 

 

Burada yazılanlar, yazının başında tahlili verilen şiir ve daha fazlası, Mehmet Öklü’nün, Doğan Kitap’tan çıkan “Kimseye Etmem Şikayet; İhsan Raif Hanım’ın Hayatı” adlı kitabında var.