30 Ekim 2013 Çarşamba

Nedir bu “Emanet” ?


Nedir bu “Emanet” ?

 

Geçenlerde Facebook’ta bir sayfada paylaşılan şu ayete takıldım kaldım:

 

“Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi. İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir.”  (AHZÂB suresi - 72. ayet)

 

Rabbimizin sadece biz insana yüklediği bu önemli emanet nedir diye Google’da araştırırken Fatih Yağcı ismindeki gencin şu sohbetini izledim:

 



 

1984 doğumlu Fatih Yağcı, Risale-i Nur kitaplarından okuyarak, İzmir’de gençlere iman hakikatlerini etkileyici üslupla anlatan genç bir ingilizce öğretmenidir.

 

Fatih kardeşim sohbetinin başında dedi ki: Büyük islam alimi Bediüzzaman Said Nursi (1876-1960) Sözler isimli eserinde 30. SÖZ’de bu emaneti anlatıyor.

 



Bediüzzaman diyor ki: Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu bu emanetin birçok yönünden bir tanesi de Ene'dir. ENE demek enaniyet, BENLİK, batılıların EGO dediği kavramdır.

 

Ene, gizli hazineler olan Cenab-ı hakkın isimlerini keşfetmemiz için bir anahtar, kainatın açıklaması zor gizli sırlarını açan müthiş bir anahtardır.

 

Yani kısaca dersek, o ene bize Allah’ı tanımamız için verilmiştir. Hayırda kullanırsak Rabbimizi tanıyoruz. Şerde kullanırsak cehennem kapılarını bize açacak bir anahtar da olabiliyor.

 

Hepimiz gurur, benlik, enaniyet yapmamak için bir gayret sarfetmişizdir. Ama hiç tahmin ediyor muydunuz, bu enaniyet Allah’ın isimlerini açan bir anahtar olacak?

 

Fatih kardeşim, konuya böyle giriş yaptıktan devam etti. Önce Bediüzzaman’ın konu hakkında yazısını okudu ve açıkladı:

 

“Sâni'-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.”

 

Bediüzzaman diyor ki: Rabbimiz insanın eline emanet olarak (evet emanet, ahirette geri alınacak, cennette enaniyet olmayacak) bir ENE vermiştir. O ene’yle Rabbimizin vasıf, sıfat, özelliklerini ve ilahi hallerini anlayabiliyoruz.

 

O ene, bir vâhid-i kıyasî’dir. Bir kıyaslama birimidir. Yani ENE, bir ölçü birimidir. Fakat aslında ene’nin bir varlığı yoktur.

 

Mesela geometredeki ölçüler gibidir. Bir metre, meridyen, kilo, kilometre. Bu ölçüler gerçekte hayalidir. Meridyen diye bir madde var mı?

 

Ene’de hayali bir ölçü birimidir. Nasıl ki ben şu evin sahibiyim, Rabbim de şu kainatın sahibidir diyerek bir kıyas yapıyoruz. Ama bu sahibiyetlik hayalidir.

 

Çünkü Allah Malik-ül Mülk’tür. Yani mülkün asıl sahibi Cenab-ı Hak’tır. Eğer sahibi biz olsaydık, ev, araba, altın, vs mezara götürürdük.

 

Mesela Rabbimiz Kuran’da ben herşeyi görürüm diyor. Bizdeki görme olmasaydı, bu ayetten hiçbir şey anlamayacaktık. Göz şimdi ne işe yaradı? Rabbimizin Basir (Herşeyi gören Allah) ismini açan bir kıyas birimi oldu.

 


Ben nasıl görüyorum, Rabbim de, Ben herşeyi görürüm, diyor. Ucundan da olsa görmenin nasıl olduğunu anlayabiliyoruz.

 

Ben nasıl ki bu evi inşa ettim, içini dizayn ettim. Rabbim de şu dünya evini inşa edip düzenlemiş, deriz ve hakeza, bunun gibi...

 

Ben insanlara ikram etmeyi, iyilik yapmayı, güzel ve temiz olan herşeyi seviyorum, içimdeki sevgi, cömertlik, sabır, affetmek, dostluk, gurur, iffet, adalet, şefkat, merhamet, aşk, şiddet, öfke gibi binlerce duygular;

 

Mühendislik, doktorluk, mimarlık, aşçılık, ressamlık, yöneticilik, amirlik, siyaset, öğretmenlik gibi binlerce kabiliyetler aslında Rabbimizi tanımak için bize emanet verilen bu ENE’nin mahiyetindendir.

 

Yani bize verilen bu ölçücükler ile Rabbimizi tanıyoruz ve seviyoruz. Rabbimiz Kuran’da ben Alim’im diyor. Ben mesela elektronik teknikeriyim. Ben binlerce bilimden sadece elektroniğin -o da çok az kısmını- biliyorum.

 

Rabbimizin atomun çekirdeğinden galaksilere kadar bütün ilimleri bilen Alim isminin nasıl olduğunu anlayabildim. Yani kendimin bilmesinden kıyasladım.

 

Allah’ın insanları bu dünyaya göndermesinin gayesi ve hikmeti üçtür. Rabbini tanımak, O’na iman etmek ve ibadet etmektir.

 

Allah’a iman etmek için O’nu tanımamız gerek. İnsan tanıdığı şeye inanır. İşte O’nu tanımamız için de her insana ALLAH, emanet bir ENE vermiştir.

 

Eğer insan, eneyi doğru kullanırsa ahsen-i takvime çıkar, cennet müjdesine nail olur. Enenin bir kıyaslama birimi olduğunu ve yani o hayali sahipliğinin aslında Rabbini tanıtmak için olduğunu bilir ve kulluğunu yaparsa eneyi doğru kullanmış olur.

 

Ama emanet verilen o ENE’nin yaratılış hikmetini unutup asıl vazifesini terketse, kendini asıl sahip zannetse, o vakit emanete hıyanet etmiş olur.

 

O ENE çocukken ince bir tel iken mahiyeti bilinmezse, insan büyüdükçe gittikçe kalınlaşır. İnsan vücuduna yayılır. Koca bir ejderha gibi insanı yutar.

 

Enaniyet’in anlamı, herşeyi kendinden bilmektir. Ben yaptım, ben ettim, ben kazandım, vs. diyen şirk’e düşer. Ve şirk (Allah’a sıfat ve fiillerinde başkasını ortak koşma) Allah’ın asla affetmeyeceği suçtur ve ebedi cehenneme gider.

 


İşte cehennemin Top Ten’lerinden firavunlar, nemrutlar, ebu cehiller, içlerinde Enaniyeti öyle büyütmişler ki, adeta baştan aşağı ENE olmuşlar. Firavun biliyorsunuz, ben sizin en yüce Rabbinizim, demişti. (Naziat suresi 24)

 

Bu konuyu burada kesiyorum, zira yazı çok uzadı. Eğer konu hakkında 30. SÖZ’ü okumak isterseniz tıklayınız:

 


 

Ben bazen bir yazıya başlayıp bir saat neyi ve nasıl yazayım diye düşünüyorum. Yazıyı yazan kalem, bir sebeptir. İnsan da düşünen canlı bir sebeptir. Nasıl ki yazıyı kalem yazdı, demiyorsak; yaptığımız hiçbir işe ben yaptım gibi sahip çıkmamalıyız ki şirk olmasın. Allah nasip ediyor demeliyiz.

 

Burada benim yorumum veya katkım yoktur. Ben sadece Bediüzzaman hazretlerinin 30. söz eserinin ve Fatih Yağcı kardeşimin sohbetinin özetini yazdım. Allah onlardan razı olsun.

 

Bana bu yazıyı nasip eden Rabbimize hamdolsun. Allah bizleri enaniyetten korusun ki şirke düşmeyelim.

 

Celal Çelik                  Ankara  ( Konya-Ereğli )

 

27 Ekim 2013 Pazar

Ağzına Yılan kaçan Adam


Ağzına Yılan kaçan Adam

 


Bir süvari atına binmiş gidiyordu. Uyumakta olan bir adamın ağzına bir yılanın kaçtığını gördü, yılana mani ol­mak için atını hızlıca sürdü, fakat yetişemedi...

 

Yılan uyuyan adamın ağzına kaçtı. Süvari uyuyan adamı uyandırdı ve birkaç topuz vurarak, onu orada bulunan ağaçlara doğru kovaladı.

 

Ağaçların altında çürük elmalar vardı. Süvari onları ye­mesi için adamı zorladı. Adam yememek için direndi, yal­vardı yakardı. Fakat nafile, süvari üstüne hücum ederek o çürük elmaları ona zorla yedirdi.

 

Sonra da atıyla peşine düşerek onu kovalamaya başladı. Adam güneşin sıcağı al­tında hem koşuyor, hem de beddualar ediyordu. Nihayet adam yoruldu. Midesi bulandı, yediklerini çıkarmaya baş­ladı.

 

Çıkardıkları arasında o koca siyah yılanı görünce, bu işin sebebini ve süvarinin kendisine düşman değil, dost ol­duğunu anladı.

 


Yaptığı beddualardan pişman olarak du­alar etmeye başladı.
 
Peygamber Efendimiz, SAV ''İki kaşının arasında bulunan nefsin, senin en büyük düşmanındır'' buyurmuştur. İnsanın içine çöreklenmiş olan nefis yılanından kurtulmak, Allah dostlarının terbiyesiyle mümkündür.
 
Bu terbiye sırasında, bazı sıkıntılara ve zorluklara katlanılır. Nefsin hakikatini bilen evliyaullah, Allah'ı talep eden kişiye yardımcı olur. Nefsin gerçek boyutunu göstermeden, geçici bazı sıkıntılarla nefis yılanından kurtarır.
 
Hazreti Mevlâna Celaleddin-i Rûmi
 
***
 
Mesnevi’de geçen bu kıssadaki gibi, bize şevkat ve merhametle hiç bir ücret istemeden nasihat edenleri, dini anlatanları, namaza teşvik edenleri, doğruluğu telkin edenleri, cehenneme düşmekten uyaranları ve Allah'a çağıranları anlayamıyor ve onları hep suçluyoruz.
 

Gerici, çağdışı, sofu, kafayı yemiş, acaba amacı ne, acaba para mı isteyecek, senin derdin ne arkadaşım, ... gibi.

 

Benim derdim ne biliyor musunuz? ALLAH'ın cenneti sonsuz geniş. Hep birlikte cennete girelim inşallah. Cennete gidebilmek için ise, şu üç şey gerekiyor:

 

1.İman (Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, kadere ve ahiret gününe kalpten inanmak),

 

2.Amel (Namaz, zekat, oruç, hac, güzel ahlak, hayırlı salih işler...),

 

3.İhlas (Samimiyet, yaptığımız herşeyi Allah’ın rızası için yapmak)

 


İşte gönderdiğim mailler, yazdığım yazılar, konuşmalarım hep bu üç maddeyi uygulamaya karar vermemiz içindir ki, cenneti kazanalım Allah’ın lütfuyla...

 

Tabi ki de, öncelikle kendi nefsime yazıyorum bu yazıları... Çünkü nefsini terbiye edemeyen hiç kimseye faydalı olamaz, derler.

 

Allah hepimize amellerimizi ihlasla işlememizi nasip etsin.

 

Celal Çelik              Ankara  ( Konya-Ereğli )

 

 

23 Ekim 2013 Çarşamba

Nurettin Amca ve Helal Kazanç


Nurettin Amca ve Helal Kazanç

 

   Çocukluğumu hatırlıyorum, galiba dokuz yaşındaydım, Konya Ereğli’den Ankara Etimesgut’a taşındığımız zamanlardı.. Tabi o dönemler Etimesgut, henüz belediye değil, gecekondu bölgesiydi.

 


   Biz de iki odalı, tuvaleti bahçede olan bir gecekonduda oturuyorduk. O zamanlar ben, paralı kolej kazanmıştım. Kolejde hep zengin çocukları vardı.

 

   O zamanlar köylü olmaktan, annemin başörtüsünden ve evimizden utanırdım. Oysa insanı asıl insan yapan bunlar değil, ahlakının güzel olmasıymış, malesef bu gerçeği çok sonraları anladım.

 

   Gecekonduda otururken ne kadar mutlu ve huzurluyduk. Yaz akşamları çekirdek çitleyerek çay bahçesinde videoda film izler, ikindi olunca komşularımızla bahçede toplanır, çay içerdik. Şimdi Etimesgut’ta hiç gecekondu kalmadığı gibi her yer beton yığını apartman ile çevrelendi.  Allah sonumuzu hayretsin.

 

  Gecekondu mahallemizde bakkal Nurettin amcamız vardı: Ben, ortaokul yıllarımda yazın Nurettin amcaya yardım ederdim.  Nurettin amca, özellikle Cuma günleri bakkalı bana bırakır, Cuma namazına giderdi. Güvenilmek çok güzel bir duyguydu. Bazen babam akşam işten çıkınca uğrar, muhabbet ederlerdi.  

 


   Bahsettiğim yıllar 1985 gibi seksenlerdi. Enflasyonun yüksek olduğu, her gün zam gelen yıllardı.  Ben bakkalda yardım etmek için dururken toptancı malzemeci gelir, yeni erzak indirirdi. Toptancı, Nurettin amcaya derdi ki:


- Amca bunlara iki defa zam geldi, etiketin hala eski fiyat, değiştir amca...

 

   Nurettin amca, karışma evlat, sen malzemeni koy git, derdi. Ben anlam veremezdim, babama anlattım.

 

   Babam birgün işten çıkınca uğradığında muhabbet ederken bu meseleyi sordu. Nurettin amca cevaben dedi ki:


- Oğlum, insan helalinden kazanmalı...  Ben, mesela aldığım bir ayçiçek yağını dükkandakiler bitene kadar, alış fiyatım artı cüzi kârımla satarım. İsterse yüzde yüz zam görsün evlat. Kazancım böyle helal olmasaydı evlatlarım okuyabilir miydi?

 

   Gerçekten de Nurettin amcanın dört kızı vardı. Hepsini okutmuş, evlendirmişti. Birisi hemşire, ikisi öğretmen, birisi eczacı.... Damatlarından biri doktordur, torunlarından biriyle ben aynı koleje gittim.

 

   Nurettin amca zamanında çok zenginmiş, iflas etmiş ve bir bakkal dükkanı açmış. Bakkalın helal kazancıyla da dört kızını okutmuş.

 

   Nurettin amca 1992’de vefat etti. Ben düşünüyorum. Yalan dünya, habire haketmeden zam yapıp çok kazansaydı nolacaktı? Yine sonunda ölüm yok muydu? Allah rahmet eylesin. Mekanını cennet etsin.

 

Peygamber Efendimiz SAV buyuruyor ki:

   "En temiz ve üstün kazanç, kişinin el emeği ve her türlü dürüst alışverişten kazandığıdır."                    

(Ahmed b.Hanbel, el-Müsned 2/334,357)

 

   Allah, şeytana, nefse uydurmasın. Allah, hepimizin kazancının helal olmasını ve boğazımızdan helal lokmalar geçmesini nasip etsin.

 

Celal Çelik                  Ankara  ( Konya-Ereğli )

 

***

 
 

 

19 Ekim 2013 Cumartesi

Hayatımızın Futbol oyunu


Hayatımızın Futbol oyunu

 

Elbette hepimiz futbol maçı izlemişizdir. Futbol bir takım oyunudur ve yardımlaşarak yani paslaşarak oynanır biliyorsunuz.

 

Oyunun amacı, karşı kaleye gol atmaktır. Maçın bitiş düdüğü çaldığı anda, daha çok gol atmış olan takım, oyunu kazanmış olur.

 


Hayatı bir futbol oyununa benzetebiliriz. Stadyum ve oyun sahası dünyamızdır. Stadyum sahibi, takım başkanı ve hakem adil ve tek olan Allahu Teala'dır.

 

Oyuncular biz insanlarız. Hergün sahaya yeni oyuncular giriyor ve bazıları dışarı alınıyor. Yani Allah'ın takdiriyle hergün binlerce insan doğuyor ve ölüyor.

 

Bu oyunda karşımızdaki rakip takım ise nefis ve şeytanlardan kuruludur. Onların amacı, ibadet etmemizi ve yardımlaşmamızı engellemektir.

 

Sahadaki yardımlaşma sadaka ve zekatlarla oluyor. Tıpkı futbolcunun gol pası vermesi, veya yere düşen takım arkadaşını kaldırması gibi diyebiliriz.

 

Bizim ibadet etmemiz ve yardımlaşmamız, rakip kaleye gol atmak demektir. Ama futbol oyunundan tek farkı, burada yardımlaşarak ve ibadetlerle gol atmamız birtek bizim kendi şahsımıza yarıyor.

 

Yani her insanın attığı gol yada yediği gol, kendi hanesine yazılıyor.

 

Maçın bitiş düdüğü, kıyamettir ve her oyuncunun attığı veya yediği gollerinin ücretinin ödenme zamanıdır. Yani büyük mahkemedir.

 

Her maçta olduğu gibi dünya sahasında da seyirciler vardır. İki tür seyirci vardır. Birincisi gördüğümüz hayvanlar, ikincisi göremediğimiz meleklerdir.

 

Ama şu var ki bütün seyirciler, büyük mahkemede attığımız gol veya yediğimiz gollere şahitlik yapacaklar.

 


Allah bizleri nefsin ve şeytanların tuzaklarından korusun. Allah hepimizi cennetiyle, cemaliyle müşerref etsin.

 

Celal Çelik              Ankara  ( Konya-Ereğli )

 

13 Ekim 2013 Pazar

Kurban Bayramı


Kurban Bayramı

 

Bu dünyayı ve kainatı yaratan Yüce Allah, bazen kendisine yönelen samimi kullarını dost edinir ve bu dostlarının samimiyetini görmek için onları bela, musibetlerle sınar.

 

Hz İbrahim AS peygamberi, Allah kendine dost edinmiştir. O’nun AS lakabı Halilullah’tır. O devrin hükümdarı yani nemrut, Hz. İbrahim'i, halkı Allah'a ibadete çağırdığı için (çünkü nemrutun işine gelmiyordu), yakalattı.

 

O’nu şehrin meydanında odunlarla tutuşturulmuş dağlar gibi yükselen ateşin içine, diri diri mancınıkla fırlattırdı.

 

Hz. İbrahim AS. Allah'a güvendi. Dostum beni korur, dedi. Ve ateş onu yakmadı... Çünkü, Allah ateşe “Yakma” emrini vermişti.

 

“’Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol’ dedik“ (Enbiya suresi, 69. ayet)

 

İbrahim Peygamber’in çocuğu da olmuyordu. Allah'a günlerce, gecelerce dua edip yalvardı. Ve sonunda duası kabul olmuş ve İsmail doğmuştu.

 

***

Hz. İbrahim Mekke'deydi. Rüyasında bir ses: "Ey İbrahim! Allah, oğlun İsmail'i kurban etmeni emrediyor." diyordu. Bu rüya Allah'tan mı, yoksa şeytandan mı bilemedi. Zilhicce ayının sekizinci günüydü.

 

Ertesi gün, aynı vakitte aynı rüyayı görünce, rüyanın Allah'tan olduğunu anladı. Bu bir dostluk imtihanıydı. Allahu Teâlâ'nın dostluğuyla şereflenen Hz. İbrahim'den en sevgili varlığını kurban etmesi isteniyordu.

 

En sevgilinin adı İsmail olduğu için, kurban İsmail'in adıydı.

 

        Zilhicce'nin onuncu günüydü. Hz. İbrahim o sabah İsmail'e, ip ve bıçak almasını, oduna gideceklerini söyledi. İsmail hiç şüphelenmedi.

 

Mina mevkiine gelince Hz. İbrahim rüyayı yavaş yavaş oğluna anlatmaya başladı. Hayatı veren ve alan Allah değil miydi? Allahu Teâlâ şimdi ondan emanet ettiği hayatı geri istiyordu.

 

Bu çok şerefli bir alışverişti. İsmail, babasına teslimiyet ve tevekkülle şu cevabı verdi:

 

"Ey babacığım! Ne ile emrolunduysan onu yap. Allah di­lerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin. "(Saffât suresi: 102. ayet)

 

Hz. İbrahim uzun yıllar sahip olamadığı ve yıllar yılı yaptığı duaların kabulü olarak kendisine verilen oğlunu Rabbine takdim ediyordu. İsmail'in son sözleri şu oldu:

 

"Babacığım ellerimi, ayaklarımı bağla ki fazla çırpınmayayım. Elbiseni topla ki, kan sıçrayıp kirletmesin. Annem görür ve üzülür.

 

Bıçağı şiddetle çal ki ölüm kolay olsun. Beni yüzümün üzerine yatır, yüzüme bakarsan bana acırsın. Ayrıca ben de bıçağı görmeyeyim, korkuveririm. Annemin yanına vardığında selâmımı söyle” (Kurtubi, 15-104)
 

Hz İbrahim oğlunu sağ tarafına yatırdı, gözlerini bağladı. Bıçağı oğlunun boynuna olanca gücüyle sürerken "Bismillah" dedi, fakat bıçak kesmedi.

 

Bıçağa baktı, keskindi. İkinci, üçüncü defa denedi, bıçak yine kesmedi. Hz İbrahim, yıllar evvel kendisini ateşin yakmadığını hatırladı.

 

Demek ki bu defa da Cenab-ı Hak, bıçağa "Kesme!" emrini vermişti, kesmiyordu.

 

Bir ses duydu. "Allahu Ekber! Allahu Ekber!" diyordu. Başını kaldırdı: Cibril-i Emin (Cebrail) yanında semiz bir koç olduğu halde inmekteydi.

 


Hamd ve şükür duyguları içinde "La ilahe illallahu vallahu ekber" dedi. Durumu fark eden Hz. İsmail, Cenab-ı Hakk'a minnet ve şükranlarını dile getirerek "Allahu Ekber ve lillahil hamd" dedi.     "  (Kaynak:internet)

 

*** 

 

Kurban, kelime manası olarak, yaklaşmak yani Allah'a yakınlaşmak demektir. Kurban sadece Allah'ın rızasını umarak kesilir.

 

Farkındasınız herhalde değil mi? Yüce Allah, bir kurban edilen koç karşılığında Hz. İsmail’in hayatını bağışlamıştır.

 

Kestiğimiz kurbanlar, bize, çocuklarımıza ve yakınlarımıza gelecek bela, kaza ve musibetleri de bir yıl boyunca önler.

 

Kurban bayramınızı şimdiden tebrik eder,

Sevdiklerinizle beraber, sağlık ve afiyet içinde,  nice bayramlar geçirmenizi Cenab-ı Hakk'tan niyaz ederim...

 

Celal Çelik              Ankara  ( Konya-Ereğli )